Din mahiyeti itibariyle sivildir ve temeli ise ‘adalettir.’ Siyasetin muhatabı da halktır ve onların da pek çoğu avamdır. Bu nedenle çoğunluk hukuktan hoşlanmaz; haktan ve adaletten ziyade kendi bireysel, ailevi, eş-dost, aşiret ve kavmi çıkarlarına odaklı düşünürler ve hareket ederler. Çoğu zaman bu özel dairlerini genelin çıkarlarının önünde çıkarırlar, tutarlar. Siyaset de bu çoğunluğun oylarına taliptir. Dolayısıyla bu anlamda siyasetçi pragmatisttir, makyavelisttir, popülisttir. İnsanların hayvani içgüdülerini tahrik ederek, aldatarak, yanıltarak, okus-pokus yaparak desteklerini almaya meyyaldirlar. Siyasi kampanyalarının reklam filmlerinin arasına sıkıştırdıkları bir takım tekniklerle hafızayı unutturup, iradesine mefluç kılarlar.
Bu sıraladıklarım bu ülkenin siyasetinin alamet-i farikasıdır. Bütün siyasal organizasyonlarının başvurdukları genel siyaset oyunlarıdır, aldatma ve yanıltma teknikleridir (Daha doğrusu siyasetin ahlaksızlığıdır).
Din ve dindar kitle her zaman için siyasetçinin ilgi alanı olmuştur. Ve partiler şu veya bu şekilde dini alana direk veya endirekt müdahil olmuşlardır. Dini yaşama kalitesi tartışılır ama bu toplum din mevzusunda hep hassas davranmıştır. Dolayısıyla siyaset bezirganları nabza uygun şerbet vermeye ve buna munzam siyasi argümanlar geliştirerek bir takım söylemler ve ritüeller üzerinden halkı etkilemeye çalışmışlardır.
Bugün ise siyasetin bütün gövdesiyle dini alana müdahil olduğu bir siyasal süreci yaşıyoruz. Acizane şahsi kanaatim; siyasal tarihimizin en önemli hadisesi… Toplumsal olarak büyük bir kırılmayı yaşıyoruz.
Buradaki en büyük sıkıntı şu; Yukarıda zikrettiğimiz gibi din, fıtratı ve mahiyeti itibariyle sivildir ve dolayısıyla dini temsil makamında olanlar genellikle siyasal alandan uzak durur; bulaşmak istemezler; sadece uyarı / ikaz makamındadırlar. Eğer onları da siyaset alanına dahil ederseniz, işte bugün şikayetçi olduğumuz manzarayı bütün kahırlığı ile yaşarız. Çünkü artık o siyasal gücü adalete, hakkaniyete, helale davet edecek, ikaz edecek, nasihat edecek, sivil inisiyatifi harekete geçirip çizgiye getirecek toplumsal ruh ölmüş, kaybolmuş demektir.
Sözü buraya getirmişken anlatılan ibretamiz bir kıssayı paylaşmış olayım;
Emeviler döneminde yönetimi rahatsız eden bir din alimi vardır. Sohbetleriyle, yazdıklarıyla çevresine her gün onlarca kişi toplamakta ve gittikçe sohbet halkasını genişletmektedir. Bu durum zalim yönetimin dikkatini çeker ve hal çaresi ararlar.
Dönemin muktediri, saray erkanını toplayıp bu mevzuyu onlarla müzakere ediyor. Yönetimde şeytani zekaya sahip birisi, ‘Efendim, bana müsaade buyurun, ben bu mevzuyu çözeceğim’ der. Ve izni aldıktan sonra sözkonusu zata gider ve şu teklifi yapar;
‘Hocam, sizler insanlara hitap ediyorsunuz, onları irşat ediyorsunuz; fakat bilin ki, sizin irşadınıza en çok muhtaç olan hilafet erkanıdır. Dolayısıyla tensip buyurursanız haftada bir defa da olsa lütfedin biz saray erbabını irşat edin.’
Evet, şeytanın insanın sağ tarafından yanaşması… Âlim zat bu teklifin samimi olduğuna kanar ve sarayda başlar sohbetlerine…
Bir süre böyle devam ettikten sonra, sözkonusu saray görevlisi ikinci bir teklifte bulunur;
‘Efendim saray erkanı sohbetlerinizden çok memnun, hoşnut kaldılar ve diyorlar ki, “Hoca efendi haftada bir defa değil, her gün gelip bizi irşat etse…”
Âlim zat halen oynanan oyunun farkında değil. O teklifi de kabul edip, her gün düzenli olarak gelip irşat faaliyeti yapar.
Saray görevlisi zat son atışı yapar;
“Efendim, Halife hazretleri sizin bu sohbetlerinizden ziyadesiyle memnun. Dolayısıyla istirhamda bulunuyor; ‘Hoca efendi her gün gelip gitmektense biz ona sarayda bir ikamet alanı oluşturalım, ailesiyle birlikte gelip orada kalsınlar ve gece-gündüz irşatta bulunsunlar. Geçimini sağlayacak uygun bir de maişet tahsis ederiz.’ diyorlar.”
Yavaş yavaş sarayın imkanlarına, konforuna alışan alim zat bu teklifi de kabul edip, gelip saraya yerleşir ve düzenli olarak her ay gidip muhasipten maaşını alır. Ancak bir şey dikkatini çeker; muhasip kişi maaşını öderken hep işi sürüncemede bırakıyor, geciktiriyor. Buna içerlenen alim zat sorar;
‘Bana ne kastınız var kardeşim? Niye işlerimi yokuşa sürüyorsunuz?’
Muhasibin buna cevabı; “Allah aşkına bu maaşı hak edecek ne yapıyorsunuz?”
İşte Alim zatın o meşhur ve hazin cevabı: “Ne demek, ne yapıyorsun? Bu maaşı hak etmek için ilmimi/dinimi sattım.”
Hikaye bu… Ne kadar doğru veya yanlış bilemiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, onu da Allah bize haber veriyor;
“Bâri din adamları ve âlimleri onları yalan söylemekten ve haram yemekten menetselerdi. Bu yaptıkları ne kötüdür!” (Maide-63)
Her ne kadar bu ayet Yahudi Alimler için ifade edilmişse de, ayetin hükmü zamanlar üstü ve evrenseldir.
“Onların din adamları ve hahamları, onları günahkarca düşüncelerden, haramlardan, kötülüklerden ve değer yıkıcılıktan alıkoysalardı ya!..”
Allah, bu ayeti ile ‘neden bir toplum kendi özüne karşı yabancılaşır’ sorusunun cevabını veriyor; “O toplumun akleden, bilen âlim kişileri görevlerini yapmayacak olurlarsa, özellikle de din alimleri / adamları, toplumun özünden kopma tehlikesi karşısında teyakkuzda değillerse, ilgileri uyarmıyorlarsa o toplumun kıyameti kopuyor” demektir.
Bir toplumun olumlu gelişmesinde veya çöküşünde, çözülüşünde başat rolü âlimler, din adamları oynuyorlar. Ayet bunu haber veriyor.
Aslında geriye fazla gitmeye gerek yok. İçinde bulunduğunuz topluma baktığınızda önderlerin sapmasının o topluma nasıl katlanarak yansıdığını görebiliyoruz. Onun için öncüler, bilenler, alimler bir yanlış yaparlarsa o yanlış, onları takip edenler tarafından çoğalarak artar.
Âlimler, din adamları toplumun öncüleri, önderleri, rehberleri, örnek insanlarıdır. Doğru yaparlarsa, onları takip eden, örnek edinen insanlar, onların açtığı çığırı izlerler. Veya aksi varit olursa, yani, bozulma önderlerden, alimlerden başlamışsa bu bozulma tabana doğru yayılır.” Onun içindir ki Peygamberimiz;
– Eğer şu iki sınıf bozulursa tüm toplum bozulur. Ümera ve Ulema. (Yöneticiler ve bilginler.) diye buyurmuştur.
Eğer bu iki sınıf düzelirse toplumda düzelir. Çünkü bu sınıflar toplumu sevk ve idare eden lokomotif sınıflardır.
Evet, bu ayet toplumun düşünen ve akleden âlimlerine, aydınlarına, din adamlarına görevlerini hatırlatıyor. Ya bu görev ifa edilecek din siyasetin kullanışlı malzemesi olmaktan kurtulacak ya da Allah muhafaza bu gemi bütün mürettebat ve yolcularıyla birlikte batacak.
Siyasiler gelip, geçicidir; Din ise hükmünü kıyamete kadar sürdürecektir. Kalıcı olanı geçici olana kurban vermeyelim. Siyasilerin başarısızlığının faturası dine ve dindarlara kesilmesin. Şu an bu anlamda ciddi bir tehlike sözkonusu. Bir kesim için neredeyse dinin geleceği siyasal iktidara endekslenmiş. Bu çok tehlikeli ve îmani noktada çok mahsurlu bir düşüncedir.
Siyasal iktidar çaresiz. Dolayısıyla iktidardan düşmemek adına meşru, gayri meşru, helal – haram ayrımı yapmadan her şeye sarılmaya namzet. Her şeyi vasıta kılmaya hevesli. İşte bu zamanlarda Maide-63’ün sorumluluk yükledikleri alimlerin ve din adamlarının uhdelerine düşeni yapmaları beklenir. Ancak ne yazık ki, yukarıda paylaştığım kıssadaki âlim zat gibi bugün sözkonusu görevi ifa edecek olanlar da siyasi iradenin kontrolüne ve himayesine sığınmışlar. Dolayısıyla bu toplum bu anlamda ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya…
Dini alanı, bu siyasi bezirganların tasallutundan kurtaramazsak korkarım ki, bu çöküşün faturası dine ve dindara kesilecektir. Bu durumda başta olup bitenlerin farkında olan aydınlar ile din adamları büyük bir vebal altındadırlar. Siyasi iktidarın çöküşü ile birlikte dindarlık alanı ciddi yara alacaktır. Bir daha belini doğrultması asırlara baliğ olabilir.
Bu çığlığım, bir imdat çağrısıdır.
1 comment
Çok güzel bir yazı olmuş. Teşekkürler. Sonraki yazılarınızdan birinde de, dinin cemaatların ve tarikatların tasallutundan kurtarılmasını konu edebilirseniz eksik kısımlar tamamlanmış olur.