Muhtemelen iki üç seri devam edecek bir yazı dizisinin bugün ilkini yayınlıyorum. Okuyucu dostlarımdan istirhamım bugünümüzü daha iyi anlamak ve anlamlandırmak adına yazıları takip etmeleri, okumaları; eleştiri ve katkı sunmaları…
Bu yazı akademik bir metin değil. Okuma ve müşahedeye dayalı tespitlerin, basit, anlaşabilir bir dille ifade edilme gayretidir.
Bu başlığa bakarak peşinen şunu söyleyebilecekler olanlar çıkabilir; Aslında Türkiye’de İslami kesimin Müslümanlığı zaten buydu; siyaset / iktidar gücü bu hastalıklı yapıyı daha görünür kıldı.
Bu yargı doğru mu? Kısmen doğru ama bunu böyle kestirip atmak öyle zannedildiği gibi basit değil. Epey izah götürür. Kim, kimi ne derecede etkiledi, çizginin dışarısına taşırdı? İslami mahalle mukimleri mi, yoksa siyaset cihazı mı? Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan misali…
Siyasal ve sosyolojik gözlem yapmaya çalışan bir insan olarak bu konudaki kanaatimin dayandığı temel düşünce; “Zaten problemli olan bir zeminin vücuda getirdiği bir siyasal yapının dönüp, kendini inşa edenleri dinamitlemesi, torpillemesi, zehirlemesi…”
Evet, bu topraklarda inanç alanı ve siyasetle olan ilişkisi hep sorunlu olmuştur. Bu mahallede “Kim daha iyi Müslüman ?” sorusu çoğu zaman cevabını bulamamıştır.
Birkaç sene önce iştirak ettiğim bir panelde, sol kesimden şöhretli bir yazarımız bana sormuştu; “Siz de konuşmanızda, ‘mevcut siyasal rejimin uygulamalarının İslam’la telif edilecek bir cihetinin olmadığını’ ifade ettiniz. İslami kesimden kim ağzını açarsa böyle bir iddiada bulunuyor. Yani, onların ki İslami değil. Peki, Allah aşkına kimin ki İslami?”
Evet, adamcağız belki de haklı… Hepimiz de aynı argümanları seslendiriyoruz. Bu tartışma sadece bugünün konusu da değil; tarihin en çok konuşulan, tartışılan, üzerinde kavga edilen kadim meselesi.
Bu yazının gayesi, iktidar gücünün ifsat ettiği din alanıyla ilgili okuma ve müşahedeye dayalı tespitlerde bulunmaktır. Bazı anekdotlar üzerinden bu tarihi seyri mümkün olabildiğince basitleştirerek izah etmeye çalışacağım. Elbette yazdıklarım dışında da bu değişimi tetikleyen başka etkenler de olmuştur. Sade bir Müslüman ve küçüklüğünden itibaren siyaset alanına ilgi duyan ve dahi bizatihi bürokrasinin içinde bulunup, o dünyanın ahlaki duruşunu teneffüs eden birisi olarak tespitlerimi yansıtmaya çalışacağım. Gayem, doğruya varmak adına müzakere alanları açmaktır.
Türkiye Müslümanlığının sosyolojik değişimini (Özal’ın deyimiyle ‘transformasyon süreci’), Ak Parti ile başlatmak doğru olmaz, İzah eksik kalır. Belki de Özal hükümetleriyle başlayan ve Ak Parti iktidarlarıyla perçinlenen netameli bir süreç… İslami kesimin yoğunluklu olarak iktidarla ilk buluşması ANAP hükümetleriyle başlamıştır. O güne kadar bu mahalleye mesafeli duran iktidar erki, ilk defa ANAP ile kapıyı araladı. Söz konusu kesimin insanları siyasette temsil edilme imkanı buldular; okuyanları bürokrasiye taşınmaya başladı; sermaye edinenler, orta ölçekli ticari faaliyetlere giriştiler. Belki de ilk defa Müslüman burjuvazinin temelleri atılmaya başlandı. Yaşı müsait olanlar bilirler, 1990’lı yıllarda Kayseri örneği çok tartışılır olmuştu (Kalvanizm/İslami Kalvinistler). Ticari zenginliğin sebep olduğu muamelat ahlakı tartışıldı. Mahallenin iş adamlarının örgütlendikleri, şirketleştikleri ve holdingleşmeye başladıkları yıllar…
Peki, bu gelişme olumsuz bir süreç miydi? İşin iktisadi boyutundan bakarsanız tabii ki değil. Ancak sosyolojik ve dini cepheden bakarsanız epey problemli bir seyir… İktisat teorilerinin ve pratiklerinin hazırlıksız kitleleri harman gibi savurduğu yıllar. Bir burjuvazi kültürü yoktu. İlk defa mahalle dışına çıkıyorlardı, dış temasta bulunuyorlardı. Öyle bir şey ki, ders veren hocaları, şeyhleri, liderleri, ağabeyleri dinin temel öğretilerinin dışında, hayata dair bir şey öğretmemişlerdi onlara. Dış dünya ile temasta uyacakları temel kaide ve kuralları tahsil etmemişlerdi. Dolayısıyla işleyen müesses nizamın içerisinde iğreti bir duruşla oralarda tutunmaya başladılar. Ne yazık ki, hazırlıksız yakalanmış olmanın getirdiği epey yol kazalarına maruz kaldılar. Para kazanmaya, mevki-makam sahibi olmaya başlamışlardı ama onlar artık “Ben O’yum” diyene “Sen o olabilirsin ama artık, ben ‘o’ değilimdir.” hikayesini anımsatıyordu.
‘O’ derken ki kastım, anlatılan hikayenin kahramanı olan ‘o’.
Yıllar önce aynı okulda okuyan üç genç, mezun olduktan sonra da her nerede ve hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile irtibatı kesmeyeceklerine, hak ve adalet üzere iş yapacaklarına, birbirleri ile dostluğu sürdüreceklerine söz verirler. O günün şartlarında iletişim araçları yeterli değildir. Bu sebeple, olur ya, aradan uzun zaman geçer de birbirlerini göremez ve irtibat kuramazlarsa, zamanla da çok şey değişeceği için tanımakta zorluk çekebileceklerini düşünerek, birbirlerini tanımalarında kolaylık olması bakımından aralarında bir parola belirlerler. Akılda kalacak, kısa ve öz bir ifade. Bu parola, “BEN O’YUM” dur.
Tabi yıllar yılları kovalar ve şartlar bu üç arkadaşın her birini bir köşeye savurur. Bunlardan biri üniversitede hoca, birisi de tüccar olur ve işinin gereği şehir şehir gezer. Bir diğeri de bir şehre vali olmuş. Tüccar olan işi gereği arkadaşının vali olduğu şehre gelmiş. İlin valisinin ismini duyunca, çıkarıyor. Buraya kadar gelmişken makamında ziyaret edip tebrik etmek ister. Valiliğin özel kalemine varıyor. Vali beyin okul arkadaşı olduğunu ve görüşmek istediğini iletir. Bir türlü makama kabul edilmeyince, hemen bir küçük kâğıt parçasına ‘Ben O’yum’ diye yazar ve notu Vali beye vermesini istirham eder. Sekreter nota anlam vermese de alır Valiye götürür. Vali küçük kâğıt parçasındaki notu okur ve hatırlar, kâğıdı ters çevirir ve arkasına o da “Sen ‘O’ olabilirsin ama… Ben artık ‘O’ değilim!” notunu düşer.
İşte böyle bir hikaye…
Dürüstlüklerine, samimiyetlerine itimat ettiğim yüzlerce arkadaşın “Ben o’yum” ile aynı kaderi paylaştıklarına bizatihi şahit oldum. Benim için çok büyük ve ağır hicranlardır. Siyasetin, bürokrasinin insafsız çarkları arasında ezilip, çer-çöp olup gittiler.
Nasıl mı oldu? İşte bir zaman diliminde yaşadığım bir örneği aktarayım;
Sene 1983-84’ler. Maliye Bakanlığında çalışıyorum; 1983 sonrası Özal hükümeti… Enflasyonun çift rakamlı hanelerde dolaştığı yıllar. Bir hayali ihracat furyası çıktı.
Neydi Hayali ihracat?
Kısaca izahı şu; bir takım dış ticaret sermaye şirketleri ihraç etmedikleri bir iktisadi değeri, sanki ihraç etmişler gibi sahte/naylon fatura ve evrak tanzim ederek ve Tahtakale piyasasından da edindikleri dövizleri getirip Merkez Bankasına yatırıp hem o günün kuru üzerinden TL karşılığını almak ve hem de neredeyse %70 ila %100’lere varan ihracat teşvik ve destekleme primleri almak ve dahi KDV iadesinden yararlanmak…
Bir cümle ile ifadesi; 1000 ABD dolarını getirip Merkez Bankasında karşılığının iki katını alıp gitmek.
İşledikleri ticari ahlaksızlık yetmiyormuş gibi bir de taltif görüyorlardı, izzet-ikram görüyorlardı.
İşte böyle bir iktisadi ahlaksızlığın sürdüğü bir dönemde Maliye Bakanlığında görev yapıyorum. Maliye ve Hazine denetim elamanlarının incelemeleri sonucunda tespit edilen yolsuzluklar, usulsüzlükler bir bir rapor haline getirilip ilgili birim ve makamlara intikal ettiriliyordu. İşte tam o sırada Bakanlıkta bu süreci takip edecek ve idare adına mahkemelere savunma yapacak bir birim kuruldu. İki uzman arkadaşımla birlikte bu birimde görevlendirildik. Öyle ki yüzlerce dosya intikal etti. Haliyle tüm ilgili kurumlarla koordineli çalışıyoruz. En faal rol alan kurumlar da Maliye ve Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) idi. DPT direk başbakanlığa bağlıydı. Bu sürecin ortalarına doğru ANAP’ı finanse eden yeni yetme türedi zenginlerin Özal’a baskı yaparak bu denetimlerin durdurulmasını talep ettiklerini duyuyorduk.
Çok geçmeden dönemin Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem imzası ile Maliye Bakanlığına bir yazı geldi.
Yazıda, özet ve mealen; ‘dış ticaret şirketlerinin ihracat şevkini kıracak fiillerin içerisine girilmemesi’ ihtar ediliyordu. Yazı dönemin Maliye bakanı Vural Arıkan’a arz edildi. Bakan bey ‘direnelim ve denetimler aksatılmadan devam etsin’ talimatı verdi.
Aradan çok geçmeden bu sefer Başbakan Özal imzalı ikinci bir yazı gönderildi. Çok iyi hatırlıyorum; yazıda dış ticaretin önemi vurgulandıktan sonra ‘Dış Ticaret Sermaye Şirketlerinin ihracat şevkini kıracak tutum ve davranışların içerisine girilmemesi, aksi davranacaklar hakkında gerekli yasal işlemin yapılacağının bilinmesi!..’ diye bitiyordu.
Buna rağmen Maliye Bakanı yine de direndi ve sonunda istifa etmek zorunda bırakıldı. Hemen akabinde süreçle ilgili izlemenin sadece DPT tarafından deruhte edilmesi ve bugüne kadar Maliye ve diğer bakanlıklarda konu ile ilgili bilgi, belge ve raporların yine DPT’ye intikalinin sağlanması istendi. Günün sonunda maliyede biriken tüm arşiv çuvallara doldurularak DPT’ye gönderildi.
O sırada DPT’de İslami çevreden gelen muhafazakar uzman arkadaşlarım vardı. Onlara sitem ettim; ‘Başbakan Özal ne yapmak istiyor?’ Onların cevabı; ‘Durumu biz de kendisine arz ettik. Bize dedi ki, bırakınız Merkez Bankasının şu an döviz rezervlerine ihtiyacı var. Kaynağını araştırmayın, yeter ki döviz gelsin. Bunun üzerine biz de işin arkasını bıraktık.’
Bunun üzerine ben de kendilerine dedim ki, ‘İyi de, bu adamlar haksız kazançlar elde ediyorlar. Bir haram mekanizması işliyor. Bir başkasının aleyhine haksız bir şekilde zenginleşiyorlar.’ Dediler ki, ‘biz de sizin söylediğinizi hatırlattık ama ‘boş verin siz dediğimi yapın’ deyince biz de ârafta kaldık…’
Bir zamanların mağdurları ve mahrumları güç ellerine geçince tanınmayacak derecede değişmişlerdi İktidar gücü ve nimetleri akıllarını başlarından almıştı. Önceki safiyetlerini eser kalmamıştı… Etraflarında olan bitene dilsiz, sağır ve kör kalmışlardı… Katılaşmış, çoraklaşmış vicdanlarından yanlış yaptıklarını hatırlatanlara, “zavallılar” diye acıyarak bakıyorlardı… Kendi elleriyle kendilerini zalimler hanesine geçirmişlerdi.
Özal’dan sonra o bürokratların çoğu soruşturma geçirdi ve yargılandı.
O günün türedi zenginlerine ne oldu?
Gayri yasal, gayri ahlaki yöntemlerle kazandıkları, ‘haramdan gelen harama gider’ deyişinin anlamına uygun olarak haram faaliyetlerde çer-çöp olup gitmişti. Özal sonrasının yer altı mafyasının neşet kaynakları olmuştu.
Peki, en büyük zayiatın hesabı yapıldı mı?
Sırf ekonomiyi düze çıkarmak adına bu kadar haram iktisaba yol veren hükümet ve aktörlerine ne oldu?
Partileri siyasi tarihin bakiyesine teslim olup gitti. Aktörlerinin çoğu da dar-ı bekaya göç ettiler. Yani unutuldukları bile unutuldu.
Peki, gerilerinde bıraktıkları haramzadelerin kirlettiği iktisadi düzen ne oldu?
Merkez Bankasında biriken dövizler ekonomiyi mi kurtardı, yoksa ekonomi ambarlarının zehir soluyan farelerine mi dönüştüler?
İşte bu sorularla birlikte konuyu yazmaya devam edeceğiz inşallah!