Son yıllarda Türkiye’nin mer’î hukukunun, altında yatan anlayışa paralel olarak, doğru bir ‘’hukuk’’ anlayışından büsbütün uzaklaşmış olduğu bir sır değil. Pratikte bu şu demek: Türkiye’de görünüşte bir hukuk düzeni var ama gerçekte bu ‘’hukuk’’ zorbalığın bir kılıfından ibaret.
En başta şunu görmemiz gerekiyor: Türkiye’nin sözde ‘’hukuk düzeni’,’ hem kavramsal olarak hem de tarihsel olarak hukukun kökeninde yer alan ‘’hak’’, ‘’haklılık’’ ve ‘’adalet’’ kavramlarıyla bağını koparmış durumdadır. Bunun da temel nedeni, Türkiye’nin ‘’hukuku’’nu belirleyenin geleneksel ‘’hikmet-i hükûmet’’çi devlet felsefesi olmasıdır. Bu felsefe hukuku, devleti her ne pahasına olursa olsun idame ettirmenin bir aracı olarak görür. Öyle olunca da, hukukun topluma dönük yüzü yurttaşların uymaları gereken ‘’devlet buyrukları sistemi’’ olarak karşımıza çıkar.
Bu durum, Türkiye’nin hukuk uygulayıcılarını, hatta hukuk akademisyenlerini maalesef pek rahatsız etmemektedir. Çünkü, devletçi felsefeye uygun olarak, hukuk camiasında da baskın olan görüş pozitivizmin ‘’emir olarak hukuk’’ görüşüdür. Buna göre hukuk, devletin tek taraflı olarak yurttaşlara dayattığı ve cebir gücü kullanımı veya tehdidi sayesinde idame ettirdiği bir emirler toplamından başka bir şey değildir. Bu görüş hem kişilere tek taraflı bir itaat yükümlülüğü yüklediği hem de devletin cebir gücü üstünde odaklandığı için, yurttaşların ödevlerini öne çıkarırken haklarını marjinalize eder.
Oysa, doğru anlamda hukuk kişileri akıl ve irade sahibi sorumlu failler ve hak özneleri olarak görür ve onları öyle muhatap alır. Böylece hukuk sorumlu fâiller ve hak sahibi özneler olarak anlaşılan yurttaşlar ile devlet arasındaki karşılıklılık ilişkisinin sonucu olarak üretilen bir normlar sistemidir. Bu karşılıklılık ilişkisi hukukun meşruluğunu devletin hukuku birtakım evrensel standartlara uygun olarak yapmasına bağlar. Bunlar çok kısaca, Lon Fuller ve F. A. Hayek’in eserlerinde belirginleştirdikleri kriterlerdir. Yurttaşlar ancak bu karşılıklılık anlayışının eseri olan ve söz konusu kriterlere uygun olarak üretilen bir hukuka uymakla yükümlü olacaklardır.
Kısaca, sahici hukuk kişilerin devletin cebir tehdidi altında ‘’uymak zorunda’’ kaldıkları değil, ona uymayı kendileri için bir ‘’yükümlülük’’ olarak gördükleri bir normatif sistem demektir. Bu, doğru anlamda hukukla ‘’âdil hukuk’’u birleştiren noktadır. Hukuk bağlamında adalet, 6. yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Justinianus’un hazırlattığı Corpus Iuris Civilis’in bir parçasını oluşturan Digesta’da ye alan tanımla, ‘’herkese hakkı olanı veya hak ettiğini vermek’’tir.
Peki kişilerin ‘’hakkı olan’’ nedir veya insanlar neyi ‘’hak ederler’’?…
Kişiler en başta, sırf insan olmaları itibariyle evrensel insan haklarını hak ederler. İnsan hakları da esas olarak özgürlük hakları veya özgürlükten türeyen haklardır. Kişiler ikinci olarak, kendi çabalarıyla meşru yoldan ürettiklerini ve kazandıklarını hak ederler, yani onlar üzerinde hak sahibi olurlar. Üçüncü olarak, kişiler ortak işlerle ilgili olarak nimet ve külfetlerin dağılımında âdil payı hak eder. Dördüncü olarak, kişiler duruma göre cezayı veya tazmin veya telâfiyi hak ederler.
Gerek özetlenen bu anlamı, gerekse aynı zamanda toplumsal bir erdem olmasının çok önemli bir sonucu şudur: Adalet yönetenlerin yönetilenlere bir lütfu değil fakat onlara borçlu oldukları bir şeydir. Devletin kişilerin eşit onurunu ve doğuştan sahip oldukları insan haklarını tanıyıp güvence altına alması toplumsal bir erdem olarak adalet anlayışının da ilk gereğidir. Devletin temel yapısının âdil kurumlardan oluşması ancak bu ahlâkî zemin üstünde mümkündür. Mamafih, adalet için sadece kâğıt üstündeki kurumsal yapının âdil olması yetmez; uygulamanın da bununla tutarlı olması gerekir. ‘’Adaletin mülkün temeli olması’’ bu demektir.
Meseleye bu açıdan baktığımızda da adaletin gereklerini gözetmesi gereken ilk kurum hukuk sistemidir. Hukukta adaletin gerekleri ise şöyle özetlenebilir: (1) Hukuk kuralları ve bir bütün olarak hukuk sistemi, yönetimde keyfiliği önleyecek ve kişilere öngörülebilirlik sağlayacak özellikte olmalıdır, (2) Kurallar hakkaniyetle uygulanmalıdır (âdil yargılama), (3) Mahkemeler bağımsız ve tarafsız olmalıdır, (4) Her türlü hak arama yolu açık ve mahkemelere erişim kolay olmalıdır.
Son söz olarak: Eğer Türkiye’yi ‘’devletin keyfî ve mutlak iktidarına tâbi yurttaşlar’’ düzeninden ‘’âdil hukuka tâbi bir devlet’’ düzenine geçirmeyi önemsiyorlarsa, muhalefet blokunun da bu söylenenlere kulak kesilmesi gerekiyor.
Kaynak: Diyalog Gazetesi