Malum, camiye çevrilen Ayasofya’da kılınan ilk resmî-törensel Cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı hutbeyi elinde kılıçla okudu. Daha da tuhaf olanı, Başkan daha sonra aynı yerde kıldırdığı bayram namazında da minbere kılıçla çıktı.
Bu iki olay arasında, ailesiyle birlikte bir lokantada yemek yediği sırada Hatay Barosu Başkanı sözde ‘’kimlik sorma’’ adı altında polisler tarafından taciz edilip gözaltına alındı… Çoğu kimsenin gözünden kaçmış olabilir, ama aslında bu olaylar ilkesel düzeyde birbiriyle bağlantılıdır. Şimdi, ben bu bağlantıyı açıklarken, siz de şunu aklınızda tutunuz: ‘’Adalet mülkün temelidir.’’
Kılıçla hutbeye çıkmanın tuhaflığı şundan ileri gelmektedir: Kendi başına kılıç sadece bir güç sembolüdür, onun için bir ibadet mekânında yeri olmamak gerekir. Tabiî, eğer din devlet egemenliğinin bir aletinden ibaret değilse…
Devletler söz konusu olduğunda ise kılıç eski zamanlarda egemenliği sembolize ederdi. Böylece mutlakiyetçi kral, sultan veya padişah diğer hükümdarlara ve kendi tebaasına demiş olurdu ki, ‘’Burası benim hükümranlık alanımdır, buradaki her şey ve herkes benim mutlak irademe tâbidir.’’
Hükümdarın mutlak iradesine tâbi olmak bakımından insanlarla nesneler arasında da bir fark yoktu. Çünkü, o devirlerde ne ‘’doğal haklar’’a sahip birey fikri vardı, ne de siyasî birliğin kurucu özneleri anlamında ‘’yurttaş’’ kavramı. Özellikle de ‘’bizim’’ dünyamızda… Hasbelkader hükümdarın egemenlik alanında yaşayan herkes tebaa veya -bizimkilerin sevdiği terimle- ‘’reaya’’ idi. Reaya, yani bir çobanın güdümü ve nezareti altındaki sürü… Bu arada, o sistemlerde tek gerçek özne egemenin kendisi olduğu için, meselâ Osmanlı padişahlarının hanedan mensupları dışında kalan herkese ‘’kullarım’’ diye hitap etmeleri şaşırtıcı değildir.
Esasen, son günlerde Diyanet İşleri Başkanının Ayasofya’da sergilediği devlet-destekli kılıçlı gösterilerle övünen, bunlardan -rahatsız olmak şöyle dursun- neredeyse transa geçecek kadar derin haz duyanlar da zaten o kılıcın neyi temsil ettiği konusunda aşağı yukarı aynı şeyi yazıp söylüyorlar. Onlar için, ‘’kılıç hakkı’’na dayalı ’’kendi hikâyelerini’’ yazma zamanı gerçekten de gelmiş görünüyor. ‘’Kılıç hakkı’’na değer verilen bir yerde ise, polisin hukuku temsil eden bir yurttaşa karşı güç gösterisinde bulunması gayet anlaşılabilir bir durumdur.
Yukarıda kılıcın tek başına alındığında güç ve egemenliği temsil ettiğini yazdım, böylece kılıcın başka bağlamda daha değişik bir anlamı olabileceğini ima ettim. Evet, böyle bir anlam vardır ve bu kılıcın adaletin emrinde olmasıdır. Adalet bağlamında kılıcın asıl temsil ettiği şey, yıllar önceki bir yazımda belirttiğim gibi, ‘’yalın egemenlik veya iktidar olmayıp, adaletin hükümlerini uygulayan, onun güvencesi olan otoritedir. Adaletin hâkim olması adalet mekanizmasının onu uygulayacak manevî ve icraî otoriteye sahip olmasına bağlıdır. Kılıç ayrıca devletin yargısal süreci koruma kararlılığını da ifade eder. Kılıçta sembolleşen otorite aynı zamanda masumun koruyucusudur.’’ (Radikal, ‘’Adalet Tanrıçasının Gözbağı’’, 28 Nisan 2006).
Başka bir ifadeyle, kılıç ancak adaletin devlet yönetiminin temeli olduğu yerde, o da kısmen, anlamlı bir sembol olabilir. Böylece, devletin, adaleti ona direnenlere bile gerektiğinde zorla uygulayabilecek güce sahip olduğu mesajı verilmiş olur.
Ne var ki, Türkiye’deki bu son kılıçlı güç gösterilerinin böyle bir mesajla hiçbir ilişkisi olmadığı açıktır. Çünkü en başta, Türkiye’nin bugünkü egemen(ler)inin nazarında adalet diye bir değerin yeri yoktur. Adalet epey bir süredir bu ülkede kayıplara karışmıştır; şimdilerde var olan sadece devletin kahredici gücüdür. Neredeyse her gün yaşadığımız benzerlerinde olduğu gibi, polislerin bir baro başkanını yemek yerken sudan sebeplerle derdest edebildiği son örnekte bir kere daha devletin ve onun adına hareket edenlerin kahredici gücüne çok acı bir biçimde tanık olduk.
Aslında, en doğrusu, adaletin hizmetinde olduğu anlamında bile olsa kamu hayatında kılıç ve benzeri güç sembollerine hiç yer vermemektir. Çünkü şiddet kullanma tekeline sahip devasa bir organizasyon olarak devlet zaten yeterince ürkütücü bir güçtür. Camilerde kılıç teşhir etmeye gelince, devletin zaten camilerde ve dinî hayatta hiç yeri olmaması gerekir. Bugün Türkiye toplumu olarak en mübrem ihtiyacımız, hem devletin ve siyasîlerin dini istismar etmesinden, hem de dinin devleti kullanmasından kurtulmaktır.
Kaynak: Diyalog Gazetesi