Başlığın bazıları için rahatsızlık verici, radikal bir talep olarak görülebileceğinin farkındayım. Ancak yazının muhtevasının dikkatle okunduğu ve itirazların ilmi ve ahlaki gerekçelere dayandırılarak dile getirildiği takdirde ben de yanlışlığına ikna olduğum teşhislerimi düzeltme imkanı bulabilirim. Çünkü hepimiz ifadelerimizin yanlışlanabilir doğrular olduğunu İslam ulemasının estetik ve nazik cümlelerinden öğrenmiş bulunmaktayız.
İmam-ı Azam, bir içtihat yaptığı zaman, “Bu, Numan b. Sabit’in (İmam-ı Azam’ın) görüşüdür. Bizim çıkarabildiğimiz görüşlerin en güzeli budur. (Ancak) kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” demiştir.
İmam Malik ise “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim içtihadımı inceleyiniz; Kitap veya Sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” diyerek esas olanın Kur’an ve sünnete ittiba etmek olduğunun altını çiziyor.
İmam-ı Şafii de “Benim görüşüm, yanlış olması muhtemel doğrudur; bana muhalif olanların görüşü, doğru olması muhtemel yanlıştır.” diyerek bir konuda birden çok ve farklı görüşün olabileceğini veciz bir şekilde anlatıyor.
İslam kültüründe bilinen “Âlimlerin ihtilafı rahmettir” sözü, âlimlerin, temel ilkelere uygun olarak ortaya koydukları farklı yorum ve görüşlerin toplum için rahmete vesile olduğunu vurgulamaktadır.
Daha önce de çeşitli vesilelerle Diyanet teşkilatlıya ilgili olarak benzer kanaatlerimi paylaşmıştım. Bugün Cuma hutbesini dinledikten sonra bu kanaatim biraz daha pekişti.
DİB bu haliyle dine hizmet etmiyor. Belki de tam aksi İslam’a gönlü ısınanları bile itiyor, uzaklaştırıyor. Son zamanlarda batı ülkelerinden ihtida edenlerin (İslam’a girenler) şu veya benzer ifadelerde bulunduklarına tanıklık etmekteyiz: “Eğer İslam’ı kaynaklarından değil de müslümanların mevcut halleri üzerinden tanımış olsaydık herhalde müslüman olmazdık.”
Her hafta olduğu gibi bugünkü Cuma hutbesinin muhtevasında da yer alan ve siyasi erkin politik tasarruflarından bağımsız olarak halka ‘şunları yapın veya yapmayın’ şeklindeki dini telkinlerin herhangi bir fayda hasıl edebileceğine ihtimal vermiyorum. Mesela, bugünkü hutbede TV’lerin gündüz kuşaklarındaki kadın / magazin programlarının toplumun / ailenin yapısı üzerinde ne kadar olumsuz tesirler bıraktığı anlatıldı. Haliyle insanın içinden sormak geliyor (mabedin mehabetini bozmayacağını bilsem kalkıp soracağım):
“Peki bizden ne yapmamızı bekliyorsunuz? Biz halkız. Siz memuru olduğunuz hükümete söyleyin de bu tür zararlı yayınların önüne geçsinler! RTÜK damadın abisinin başında bulunduğu TV’ye neden müdahale etmiyor? Siyaseten muhalif TV kanallarına ceza üstüne ceza yağdırılırken bunlara neden dokunulmuyor?”
Diyanet, bunun gibi yüzlerce kötülüğün asli faili iktidar siyaseti olmasına rağmen her Cuma zavallı vatandaşın nabzını okşayıp “din, vatan, devlet, millet, ezan” propagandası yaparak cemaati efsunlayıp dağıtıyor.
Diyanet’in Aralık 2024 itibarıyla 140 bini aşan bir personel ordusu var. 2025 yılında yaklaşık 110 milyar 56 milyon TL’lik personel gideri öngörülüyor. Ülkede gittikçe kötüleşen ekonomik problemler ve yoksullukla boğuşan büyük kitlelere rağmen halkın vergilerinden bu kadar büyük bir payı diyanete ayırmanın akli ve nakli bir açıklaması olabilir mi?
140 bin personelin maaşları genel bütçeden ödeniyor. Bütçe kaynaklarından biri de toplanan vergilerdir. Bu ülkede müslüman olmayan veya mabetlere devam etmeyen milyonlarca insandan toplanan vergilerin din görevlilerine maaş olarak ödenmesi hukuki mi / helal mı?
Bu kadar ağır ekonomik yükün yanında İslami açıdan daha önemli olan husus, devlet kontrolü ve otoritesi altında bir din tatbikatının doğru olup olmadığı meselesidir. Din mahiyeti itibariyle sivildir, kamu otoritesinin gölgesi bile ona zarar verir. Bir asırdır din-siyaset ilişkisinin sağlıklı bir şekilde yürümeyişinin sebebi de budur. Suyun akışını yamaca / yokuşa doğru yöneltiyoruz olmuyor, ters tepiyor.
Peki dini olan niye sivilleşmedi? Bunun birinci müsebbibi dini alanını kontrolleri altında tutmak isteyen devletin kurucu ideolojisi olmuştur. Korkuları, endişeleri ideolojinin sahiplerini daima tetikte tutmuştur. Çünkü onlar da biliyorlar ki, hem sivilleşen din daha sağlıklı büyüyecek ve toplumun sosyal iklimini etkileyecek , hem de dinden kullanışlı bir aparat olarak yararlanmanın imkanları ortadan kalkacaktır. İdeolojik yargıların tutsağı olan bu anlayış maalesef toplumu bugünkü sakat uygulamaya mahkum etmiştir.
Bunları yazarken bir yandan da hemen şöyle bir itirazın geleceğini tahmin ediyorum: İyi hoş da DİB olmasa bugünlerde daha çok gündemde olan tarikatlar, cemaatler, cübbeli, cübbesiz nevzuhur adamlar meydanı boş bulup oralara hakim olmazlar mıydı?
Malum, korkunun ecele faydası yok demişler. Tekkeler ve zaviyeler yasaklandı diye yok olmadılar. Aksine merdiven altı yapılarıyla, kayıt dışı finans kaynaklarıyla daha zararlı hale geldiler. Bir defa da olsun, halka güvenin, bırakın da kendi mabetlerini öz ve helal imkanlarıyla inşa etsinler, mabet mütevellileriyle imam ve müezzinlerini görevlendirsinler. Hiç olmazsa halkın bütçesi bu çok ağır yükten kurtulmuş olur. Devlet baskısından kurtulmuş olan din adamları dinin hakikatini özgür bir şekilde halka tebliğ etme imkanına kavuşurlar. Halkın ferasetine güvenmezseniz orada ne hürriyet ve ne de adil bir yönetim neşvünema bulur.
Bu ifadelerim sadece DİB teşkilatı içindi. Ona bağlı “Diyanet Vakfı” ayrı bir mevzu. Halkın hac ve umre ibadet organizasyonunu tekelinde bulundurarak, oradan nemalanan kambur da ayrı bir mevzu. Vatandaştan başta tahmini bütçelerle toplu paralar alınıyor, ibadet sonrası artan paralar vatandaşın iradesi dışında adıgeçen vakfa aktarılıyor. Bugüne kadar çok sordum: Bu uygulama meşru mu / helal mi? Vakıflara yapılan bağışlar gönüllülük esasına dayanır. Bağışların kişilerin rızası alınmadan başka bir yere aktarılmasının dindeki hükmünün ne olacağını da en iyi diyanet mensupları bilir.
DİB’in yerine başka bir kurumsal yapıya ihtiyaç olur mu? Elbette olması gerekir. O kurumun görevi de dini kurum ve kuruluşların idari ve mali denetimlerini yapmak, sonuçları raporlayıp şeffaf bir şekilde kamuoyuna duyurmaktır. Bu kurumun adı ne olursa olsun, tarikat, cemaat, vakıf, dernek fark etmez, tüm bu yapıların, çalışmalarını, uygulamalarını şeffaf bir şekilde denetleyebilecek, hiçbir şahıs ve zümrenin halkın dini duygularını sömürerek siyasi ve ekonomik rant elde etmesine izin ve oradan servet edinmelerine fırsat vermeyecek bir denetleme kurumuna elbette ihtiyaç olacaktır. Bu yapı da en fazla bin kişiden oluşur. Daha fazlasına gerek yoktur.
Bu düzenleme yapılacak olursa göreceksiniz hem çok ağır ve helal olup olmadığı tartışılabilir bir harcamanın önüne geçilecek hem de dini alan daha çok özgürleşecek ve İslam’ın neşvünema bulmasının sosyal iklimi oluşacaktır. Ülkede dinin özgürce yaşanabilmesi için dini kurumların şeffaflığı ve çalışma alanlarının denetimle sınırlı tutulması şarttır. Bugün diyanet teşkilatının bu vasıflardan çok uzak olduğu görülmekte ve acilen ıslahı gerekmektedir.