Siyasal liderlikler / dini önderlikler bir toplumun gidişatını tayin eden önemli aktörlerdir. Kifayetsiz muhteris liderler / önderler zaman zaman kaprisleri ve siyasal ikballeri uğruna hoşnut olmadıkları düşünce ve fikir sahibi aydınları / münevverleri basit çıkarlarına kurban vermekte tereddüt etmezler / etmemişlerdir. Bunun yeryüzündeki en kötü örneklerinden biri kilisenin engizisyon mahkemeleridir. Kilise öğretisi dışında iyi, güzel, hayırlı ne varsa yasaklanmış, karşı duranlar veya uymayanlar en ağır cezalarla cezalandırılmışlardır.
Tarih felsefecisi, sosyolog, filozof, siyaset ve devlet adamı İbn Haldun (1332 – 1406), İslâm ve hatta dünya düşünce tarihinin en özgün eserlerinden biri olan Mukaddime’de kendisine has fikir ve metotlarıyla sonraki nesiller üzerinde derin etkiler bırakan bir âlimdir.
İbn-i Haldun, 14. yüzyılda yaşamış bir düşünür olmasına rağmen, Avrupa aydınlarının gündemine ciddi anlamda 19. yüzyılda girmiştir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Avrupa’da oryantalist çalışmaların yoğunlaşmasıyla, başta Mukaddime olmak üzere eserleri Batılı akademisyenler ve düşünürler tarafından keşfedilmeye başlandı.
Mukaddime, İbn-i Haldun’un en ünlü eseri olan Kitâbu’l-İber adlı tarih kitabının giriş bölümü olarak yazılmış ancak daha sonra kendi başına bir başyapıt haline gelmiştir. Burada tarih felsefesi, sosyoloji, ekonomi, siyaset ve medeniyetlerin yükseliş-düşüş döngülerini inceleyen teorik bir analiz sunar. Toplumların yapısını, asabiyet (sosyal dayanışma) kavramını ve devletlerin evrimini ele alır. Mukaddime, modern sosyolojinin ve tarih biliminin öncü eserlerinden biri kabul edilmesine rağmen Avrupa’lı aydınların ilgi alanına ancak dört asır sonra girebilmiştir. İlk olarak Fransız oryantalist Silvestre de Sacy gibi isimler, İbn-i Haldun’un eserlerini çevirip tanıtmaya başladı. Ayrıca, 1860’larda William Mac Guckin de Slane’in Mukaddime’yi Fransızca’ya çevirmesi, onun Avrupa’daki bilinirliğini artırdı ve tarih felsefesi, sosyolojiye öncülük eden fikirleri ve devletlerin yükseliş-düşüşü hakkındaki teorileri, Avrupa’daki sosyal bilimler ve tarih çalışmalarıyla ilgilenen aydınlar arasında ilgi çekti. Hatta öyle ki, batılı felsefecilerden birisi, İbn-i Haldun’un İslam mensubiyetini kabulde zorlanmış, bu derece derin analiz ve felsefi görüşlere sahip bir Müslüman filozofun olabileceğini tasavvur edememiştir.
Özetle, İbn-i Haldun’un Batıda gündeme gelmesi, 19. yüzyılın başlarından itibaren, özellikle oryantalist çeviriler ve akademik çalışmalarla başlamış ve bu ilgi yüzyıl boyunca büyümüştür.
En kötüsü de İslam dünyasının ilgi alanına Avrupa’dan çok sonra 19. Yüzyılın sonlarında imparatorluğun yıkılış sürecinde giren İbn-i Haldun, Osmanlı aydını için istenilen düzeyde bir ilgiye de mazhar olamamıştır.
Abdülhamit döneminde Mukaddime’deki “siyaset ve medeniyetlerin yükseliş-düşüş döngülerini inceleyen teorik analizi” mahsurlu görülerek satış ve dağıtımı yasaklanmıştır. Abdülhamit, ölüm turnikesine çoktan girmiş olan Osmanlı’nın bu teoriye göre yıkılacağı gibi bir anlayışın / düşüncenin aydınlar arasında konuşulması ve yaygınlaşmasının önüne geçmeye çalışıyor, bu endişe ile uykuları kaçıyordu. Kurtuluşu da kitabı yasaklamakta gördü. Ancak mahut sürecin önüne geçemedi ve İbn-i Haldun’un analizinde çerçevelediği gibi mukadder ölüm gerçekleşti. Hakikatten, toplumsal yasalardan kaçılamaz. Çünkü bu yasaların değişmeyen bir fıtratı vardır.
İbn Haldun eserinde, uygarlıkların yükseliş sürecinin sadece üç kuşakla sınırlı kaldığını dile getirir. Her devlet, üç kuşak sonra asabiyet açısından çürümeye uğrar ve başka devletlerin boyunduruğu altına girer.
Birinci kuşak, kuruluş sürecinin heyecanını ve coşkusunu yaşar, ikinci kuşak, üretimin ve zenginliğin sefasını sürer, üçüncü kuşaksa bozulma ve çürümenin canlı bir örneği olur.
İbn Haldun, uygarlıkları yatağı hiçbir zaman kurumayan bir ırmağa benzetir. Bu ırmağın kaynakları bazen çölden, bazen de kırsal kesimden doğar ama illaki denize doğru akar. Akarken tepelere rastlar, zorluklar yaşar, eğilir, kıvrılır ve sonunda bütün bu süreçlerin üstesinden gelir ve yeniden gürül gürül, adeta koştururcasına denize akın eder. Yani, uygarlıklar da kimi zaman durağanlaşırlar ve hatta çürüme belirtileri gösterebilirler.
Bugün cumhuriyet tarihinin serencamına baktığımızda böyle bir yasanın işlemekte olduğu izlenimini alıyoruz. Düşünce çeperlerimiz zorlansa da zahirde olan hakikati görmezlikten gelemeyiz.
Müslüman münevverlerin uyarılarına, ikazlarına kitap yasaklamakla cevap veren Osmanlı kendini yıkılışın turnikesinden dışarı atamamıştı. Korkarım ki, cumhuriyet de benzer bir kaderi yaşıyor. Büyük bir heyecan ve idealizmle temelleri atılan cumhuri rejim bir süre sonra o heyecan ve idealizmi kaybetmiş ve ideolojik bir kuşatmanın cenderesine sıkışarak değerlerini tek tek tüketmiştir. Ne siyasal ne sosyal ve ne de dini düzen bir türlü istikrar bulamamıştır. Her biri yüz yıldır birer çıban başı olarak kanamaya devam etmektedir.
Bir türlü gailelerden başımızı alıp sağlıklı bir düşünce / tefekkür vetiresi geliştiremedik. Osmanlı nasıl İbn-i Haldun ve benzeri aydınların analizlerine karşı ilgisiz kalmışsa cumhuriyet elitleri de başlarını kumdan çıkarıp hakikatle yüzleşme cesareti gösteremediler.
Bu mecralarda yıllardır uyarılarda bulunuyorum, eğer gerekli / acil önlemler alınmazsa izmihlal kaçınılmaz olacaktır (Allah muhafaza). Bu bir şom ağızlılık değildir, gelmesi muhtemel bir tehlikeyi haber vermektir. O gün İbn-i Haldun’un haber verdiği yasanın duyulmasını istemeyen Osmanlı yönetimi çareyi “Mukaddime”nin satışını, dağıtımını yasaklamakta buldu. Ama bulduğu çare yıkılışın önüne geçemedi. Malum, tarih, tecrübe edinmek, ibret almak, tekrarların önüne geçmek için okunur.
Tarih felsefesine, ilmi birikime ve tecrübeye itibar etmeyen, bildiğini, ezberlediğini okuyan, ikazlara kulak asmayan bugünkü yönetim, çareyi kitap yasaklamaktan çok düşünce sahiplerinin konuşma hürriyetlerini yasaklamakta bulmuş görünüyor. Malum, İbn-i Haldun yönetici sınıfa bu ikazlarda bulunduğu için bir bakıma hiçbir yönetimle uzun süre uzlaşamamıştır. Bizler de, eğer bu inat sürer ve ilme, ahlaka itibar edilmezse mukadder olan sona doğru hızla yuvarlanacağız. Bu tür dönemlerde ilim sahiplerine çok büyük sorumluluklar düşmektedir. Yöneticilere hakkı ve hukuku hatırlatmak bu sınıfın sorumluluğundadır. Ne yazık ki, o cenahta da ciddi bir itiraz söz konusu değildir. Onun için de idareciler keyiflerince ülkeyi yönetmeye devam ediyorlar. Dileğimiz akl-ı selimin galip gelmesi ve bir an önce ülkemizin adaletten ve bilgiden yana bir istikameti tercih etmesidir.