Bir haftadır Türkiye kamuoyu kaç sene sonra yeniden aynı mevzu konuşuyor, tartışıyor.
15 Temmuz 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanarak “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” kapsamında yürürlüğe giren ve kısaca “Barış Süreci” olarak adlandırılan sürece şaşalı ve iddialı bir başlangıçla start verilmişti.
Sonraki gelişmeler çoğumuzun malumu. Yaklaşık bir iki yıl süren süreçle ilgili faaliyet ve çalışmalar büyük bir hüsran ve hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Ne yazık ki, bu sürecin sonlanmasından sonra büyük felaketler yaşandı, kan aktı ve yüzlerce insanımız can verdi, haneler yerle yeksan oldu.
1984’ten bu tarafa süren ve binlerce insanın ölümüyle neticelenen bir çatışmanın barışla neticelenmesi tüm iyi niyet sahibi insanları sevindirecek, mutlu edecekti. Buna ülkesini, milletini seven kim sevinmez ki?
Ben sevinemedim. Hem de geçmişteki onca yaşanmışlıktan dolayı herkesten fazla sevinmem gerektiği halde.
Çünkü siyasal ve sosyal olayları takip eden, anlamlandırmaya gayret eden ve o olayların tabi olduğu yasaların künhüne az çok vakıf olmuş biri olarak bu girişimin büyük bir hüsranla neticeleneceğini kuvvetle tahmin ediyordum. Hatta öyle ki, “Kürt Meselesine” mesafeli olduğunu bildiğim, tanıdığım iktidar yanlısı dostlarım bile bu yaklaşımıma hayret ediyorlardı. Mealen şöyle diyorlardı: “Bizler uzun yıllar bırakınız Kürt meselesi, Kürdün varlığını bile inkar ediyorduk. Halbuki bugün anladık ki, inkarla bir yerlere varılmıyor, kan durmuyor, barış temin edilmiyor.”
Evet, arkadaşlarımdan hiç ummadığım itiraflar duyuyordum: “1980 ve 90’lı yıllarda Kürtlere gerçekten zulmedildi. İşte bunun en önemli örneği, Diyarbakır Cezaevinde yaşanan gayri insani uygulamalardır. Bu insanların dilleri inkar edildi, yasaklar, tahditler konuldu. Allah’ın ve evrensel hukukun tanıdığı haklar bu insanlardan esirgendi”
İnsanlarımızın büyük çoğunluğunun bu noktaya gelmiş olması aslında çok umut verici bir gelişmeydi. İçimden bu dönüşüme seviniyordum, Mevlana’nın o meşhur deyişiyle, bunun yalanına bile cübbemi verebilirdim, ancak mevcut tabloyu çok yakından izleyen birisi olarak bu samimiyetsizliğe, bu büyük yalana gönlümü kaptırmıyordum. O yüzden de bir bakıma pasif bir direniş sergiliyordum.
Sağlıklı, adil ve hakkaniyetli bir çözüm için iki tarafın da samimiyetlerine, dürüstlüklerine, akıllarına, ferasetlerine bir türlü güvenemedim, itimat edemedim. Varacakları bir anlaşmanın da topluma kalıcı ve sürdürülebilir bir barış temin edemeyeceğini, tam aksine daha önceki dönemleri bile aratacak gelişmelere sebep olabileceğini kuvvetle tahmin ettiğim için bu yarım yamalak samimiyetsiz girişime muhalefet ettim. Maalesef tahminim doğru çıktı, aylarca süren ve boş bir umudun yeşermesine vesile olan bu gelişme birilerinin masayı devirmesiyle noktalandı. Sonrası ise tam bir felaket oldu. Yüzlerce insanın ölümü ve yıkılıp viran olan haneler, şehirler… Çok kötü bir senaryoydu ve öyle de neticelendi.
Bugünkü süreçle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz diyecek olanlara cevabım şudur:
Bugün Türkiye kısaca tarif ettiğim birinci açılım sürecindekinden çok daha kötü bir durumda bulunmaktadır. İktisadi ve sosyal anlamda büyük krizlerle boğuşmakta, bünyesi önemli derecede zayıflamış bulunmaktadır. Ayrıca bölgemizde cereyan eden olağanüstü hadiseler bizi daha çok tehlikenin eşiğine getirmiştir. O gün ortada insani sebepler ve bir de iktidarı motive eden “Büyük Ortadoğu Projesi” eş başkanlığı motivasyonu vardı. Ve ayrıca o günkü iktidar az da olsa meselelere akli yaklaşan kadrolara sahipti. Bugün bu barışa hizmet edecek en ufak bir kırıntı göremiyorum. Üstelik bu girişimin muhtemel bir başarısızlıkla sonuçlanması daha büyük istenmeyen sonuçların hasıl olmasına yol açacak, belki başladığı noktadan bile daha geriye düşecektir. Ülkemiz bu iktisadi ve sosyal zayıflıkla tahmin ettiğimiz muhtemel olumsuz gelişmelerin altında kalkamaz.
Peki ne olması gerekir?
2010’lı yıllarda halkın büyük çoğunluğunun desteğini arkasına alan AKP iktidarı çok büyük bir şans yakalamıştı. İsteseydi hiçbir taraf ve gurupla pazarlığa oturmayarak her insan ve topluluk için geçerli olan, Kürtlerin de doğuştan sahip oldukları haklarını yasal düzenlemelerle verir, arkasındaki yoğun Kürt seçmen desteğini konsolide ederek toplumsal bir barışa imza atabilir, temel hakları pazarlık konusu yapmadan hukukun, evrensel yasaların, tecrübenin rehberliğinde büyük barış projesini gerçekleştirebilirdi. İnsani, ilmi ve ahlaki bir siyasetin de çözüm anahtarı buydu
Ümit etmeme rağmen elbette bu büyük ve erdemli siyaset AKP iktidarına nasip olmayacaktı. Kadroları liyakat, ahlak ve erdemden yoksun olduğu için bu hayırdan ve güzellikten mahrum kaldılar.
Dün böyleydi ancak bugün dünden daha kötü durumdayız. Siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda büyük bir çöküntü yaşıyoruz. Bu olumsuz tabloyu unutturmak ve Erdoğan’ın bir daha Cumhurbaşkanı seçilmesinin önünü açmak niyetiyle çıkılan bu yolun son derece tehlikeli bir kazayla nihayetlenebileceğine dair yoğun bir endişe taşıyorum.
Çoğunluğun düşündüğü gibi düşünmüyorum. Yarının ne olacağına dair tahminim bana bunları söyleme sorumluluğunu yüklüyor.
Bu zayıf, hakka ve adalete ulaşma niyetinde olmayan siyasal iktidara bir daha hatırlatıyorum: Eğer bu ülkeyi ve toplumu seviyorsanız, geleceğini umursuyorsanız gelin halkınızın bir kesiminin bugüne kadar inkar edilmiş, istismar mevzuu edilmiş haklarını pazarlıksız olarak verin, halkınızdan başka kimseyle pazarlığa oturmayın.
Kuvvetle tahmin ettiğim ülkenin altından kalkamayacağı olumsuz gelişmelerin olabileceği konusunda haklı çıkmayı arzu etmem ama görünen köy kılavuz istemiyor. Dileğim herkes için biraz akıl ve feraset…