Bir önceki yazımda Türkiye’nin siyasi geleneğinin, kültürünün, ahlakının CHP-DP iktidar-muhalefet ilişkisi üzerinden şekillendiğini ve buradan neşet eden siyasi geleneğin bugüne kadar sürdürüldüğünü, bu süre içerisinde vuku bulan onca yol kazasına rağmen kendilerine dönüp, bir durum muhakemesi yapmadıklarını, süregelen yanlışı tekrarladıklarını özetlemeye çalışmıştım.
Bugün de CHP-DP ile başlayan ve bugün CHP-Ak Parti ile devam eden iki partili siyasal sistemin Türkiye’de siyaseti nasıl kilitlediğini, can çekişmesine sebep olduğunu yazmaya çalışacağım.
Türkiye’nin demokrasi ve çok partili siyasal sistem deneyiminin normal şartlarda gelişmediğini yazmıştım. Halkın talebi, mücadelesi sonucu elde edilmiş bir netice değil, sıkışan siyasal iktidarı kurtarmaya yönelik bir deneme olduğunu söylemiştim. İlk demokrasi veya çok partili siyasal sistem deneyimi kanlı bir şekilde sonlanmıştır. Meşru yöntemlerle yürütülen siyasi muhalefetin sonuç vermediği anlaşıldığında asker devreye girip “devletin bekası” veya “ülkenin varlık ve birliğini koruma, kollama görevini yerine getirme’’ bahanesiyle siyasal yönetime el koymuş ve sudan sebeplerle ülkenin başbakanı ve bakanları dar ağaçlarına çekilmiştir. Siyaset adamları bu kanlı darbeden sonra bile “demokrasi neden dikiş tutmuyor” diye bir muhasebe yapma ihtiyacı duymamışlardır. Yasal bazı tadilatlar yaparak kronikleşen problemi çözmüş gibi yapmışlar, haliyle problemin künhüne inemedikleri için aynı hataları işleyerek tekrar tekrar aynı sonuçlarla karşılaşmışlardır.
Farklı badireleri yaşayarak bugünlere gelen demokrasi / çok partili siyasal sistem bugün adeta kangrenleşmiş haliyle tıkanmış, fonksiyon ifa edemez bir duruma gelmiş ve siyaset kurumu işlevsiz kalmıştır.
Ak Parti kendi iktidarını korumak ve ömrünü uzatmak adına CHP ile amansız bir kavgaya tutuşmuş durumda. CHP de o bildik geleneksel retorikleriyle muhalefet yapıyor. Ak Parti, mahalleden kendilerine bir rakip çıkmaması için özellikle CHP’nin bu haliyle muhalefette kalmasını arzu ediyor. Onun için de türlü türlü stratejiler geliştiriyor.
CHP, “Millet İttifakıyla girdiği iki seçimde toplumsal muhalefeti nispeten kendisine yöneltmiş ve haliyle toplanan bu oyları halkın CHP’ye duyduğu bir teveccühün eseri olarak takdim etmiştir. Zaten bu tür ittifakların tabi seyri de böyle sonuçlanıyor. Ak Partinin bir bakıma 1991’de kurulan RP-MHP-IDP ittifakının bir sonucu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu ittifak sayesinde o güne kadar girdiği seçimlerde %7’lerde kalarak %10’luk genel barajı geçemediğinden dolayı meclise giremeyen RP ilk defa %17’lere varan bir oyla mecliste temsil edilmiştir. Aynı şekilde MHP de bu seçimle mecliste grup kurabilecek çoğunluğu elde etmiştir. RP 1991 ittifakıyla arkasına aldığı rüzgarla bir sonraki seçimde Türkiye’nin birinci partisi olarak hükümet kurma görevini üstlenmiş, MHP ise %10’luk genel barajı aşarak grup kurma imkanına kavuşmuştur. 1991 ittifakıyla bir bakıma Türkiye muhafazakar kitlesinin toplandığı bir çatı partisi haline gelen RP, bu siyasi sonuçla her ne kadar kapatılmayla cezalandırılmışsa da oradan neşet eden Ak Parti girdiği ilk seçimde tek başına iktidar olma şansını elde etmiştir.
Bugün her ne kadar CHP ile aynı çatı altında ittifak kuran diğer partiler muhafazakar cenahtan olsalar da bir iktidar alternatifi olarak topluma sunulan ve bunu kendi başarısı olarak takdim eden parti CHP’dir. Aynı çatıda bulunan DP, SP, Deva ve Gelecek Partilerinin bugün yapılan anketlerde istatistiklere girecek kadar bir ilgiyle karşılaşmaması da bu ittifak düzeninin bir sonucu olsa gerek.
İşte toplumsal muhalefeti kendi çatısında topladığını, konsolide ettiğini dile getiren CHP adeta Ak Parti’den sonraki tabii bir iktidar alternatifi olarak sahada. Tüm hesaplar bunun üzerinden yapılıyor. İki Cumhurbaşkanlığı adaylığı CHP tarafından belirlendiği gibi bundan sonra yapılacak seçimin adayının belirlenmesinde de kendini tek söz sahibi olarak görüyor. Bundan dolayı iki yıldır ülke bir sonraki seçimde aday gösterilecek CB adaylarını belirleme ve yarıştırma derdine düştü. CHP sadece İBB Başkanı İmamoğlu’nun ismini öne sürerken muhafazakar, milliyetçi muhalefet de yine CHP’li Mansur Yavaş’ın ismini telaffuz ediyor. Ne yazık ki, iki yıldır bu isimlerin dışında bir isim konuşulmuyor, dile getirilmiyor.
Bir sonraki seçimle ilgili yapılan anket çalışmalarında İmamoğlu ve Yavaş’ın oyları Erdoğan’ın önüne geçtiğinden dolayı oranların olumsuzluğu Ak Parti’yi telaşlandırdı ve demokratik yöntemlerle önüne geçemeyeceklerine kanaat getirdiklerinden dolayı bu sefer anti-demokratik, hukuksuz yöntemlere başvurmaya başladılar.
Halbuki yapılacak ilk demokratik oylamada CB seçiminde az çok bilgi ve tecrübeye sahip herhangi bir aday Erdoğan’ın karşısında kazanır. Hatta bu aday Ak Partinin yaslandığı muhafazakar çevreden olursa daha da büyük bir farkla seçilebilir. Ancak bu sürecin böyle seyretmesinde Millet İttifakına dahil olan muhafazakar partilerin önemli bir vebali var. Bu konuda SP, Deva ve Gelecek Partilerinin genel başkanlarına birer mektup göndererek sorumluluklarını kendilerine hatırlattım. Eskimiş, köhnemiş bu siyaset geleneğiyle bir yere varılamayacağını, CHP’nin uydusu olmakla da bu gidişin önüne geçilemeyeceğini bir daha ifade ettim. Aslında bu bilinmeyen bir husus değildi, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Ama ne yazık ki, uzun ve biraz meşakkatli yol yürümek yerine kolay yol tercih ediliyor. O zaman da esaslı çözüme ulaşılamıyor.
Halbuki Ak Parti’ye en ciddi ve vakur muhalefetin muhafazakar cenahtaki muhalif partiler tarafından yapılması gerekirdi. Ak Parti kötü icraatıyla mahalleye kara çalmıştır. Onlarla aynı siyaset kültürünü ve ahlakını paylaşmadıklarını, alternatif siyaset paradigmalarıyla ülkeye aydınlık pencere açacaklarını söz ve eylemleriyle ortaya koyabilirlerdi. Ancak onlar hem Kılıçdaroğlu’nun adaylığına razı oldular ve hem de kendilerine tanınan milletvekilliği kontenjanlarıyla iktifa ettiler. Şimdi de yaprak dökümü misali tek tek dökülüyorlar.
İçlerinde arkadaşlarımın, dostlarımın bulunduğu söz konusu partilerin yeni bir siyaset anlayışına önderlik etmeleri ve başarılı olmaları beni sevindirirdi. Ne yazık ki, onlar da kendilerinden öncekilerin yürüdükleri yoldan yürüyerek mecliste temsil edilmekle yetindiler.
Bu üç partinin hem sergiledikleri başarısız siyasetleri ve hem de alternatif alanları doldurarak daraltmaları yeni alternatif bir siyaset anlayışının neşvünema bulmasının önüne geçti. Daha da kötüsü, iki seçimdeki başarısızlıktan sonra halen aynı anlayışı sürdürmekte ve yeni bir yol aramamaktadırlar.
Seçimlerden önce altını çizdiğim bir hususu burada sonuç olarak tekrarlıyorum: Ak Parti’den sonra iktidarın en azından bir geçiş süreci olarak CHP’ye değil, belki CHP’nin de içinde bulunacağı bir milli mutabakat ittifakına devredilmesi gerekir. Tek başına CHP’nin iktidar olması Türkiye sosyolojisi açısından kötü sonuçlara yol açabilir. Her ne kadar parti kurmayları olumsuz bir rövanşizme iltifat etmese de uzun yıllardır iktidar olmayan ve özellikle son on beş yıldır olanlar karşısında mağduriyet yaşayan parti tabanının rövanş alma psikolojisiyle sağ / muhafazakar kitle üzerinde fiili olmasa bile psikolojik bir baskı hissettirmesi muhtemeldir. Buna yol vermemek için özellikle bu söz konusu üç partiye büyük görevler düşüyor. Eğer böyle bir görevi üstlenmekten imtina ediyorlarsa alanı açsınlar bu misyonu yerine getirmeye namzet ehil kadrolara bıraksınlar. Böylece tarihe son sorumluluklarını yerine getirmiş olarak geçsinler.
Buradaki kastım, basit bir iktidar devri değil, siyasette köklü değişimin ilk adımını atmış olmaktır. Büyük değişim hareketleri tabiatları gereği kriz dönemlerinde neşvünema bulur. Emanet ya daha kötülerin ya da daha iyilerin eline geçer. Keşke ahir ömrümüzde bu değişimin iyilerden tarafa el değiştirdiğine tanıklık etmiş olsak.