Demokrasi tarihi, antik Yunan’daki şehir devletlerinden bu yana farklı coğrafyalarda ve zaman dilimlerinde değişerek ve gelişerek günümüze kadar gelen çok katmanlı bir süreçtir. Bu süreçte, temsili demokrasi, doğrudan demokrasi ve liberal demokrasi gibi çeşitli modeller ortaya çıkmıştır. Ortaçağda bazı Avrupa şehirlerinde de farklı demokrasi biçimleri görülmüş, ancak modern anlamda demokrasinin yükselişi, aydınlanma çağı ve ardından gelen devrimlerle hız kazanmıştır. Demokrasi, insan hakları, özgürlük, eşitlik ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerlerle ilişkilidir ve farklı ülkelerde farklı şekillerde uygulanagelmiştir. Tarihi boyunca çeşitli zorluklarla karşılaşmış, savaşlar, ekonomik krizler ve otoriter rejimlerin yükselişi gibi faktörlerden etkilenmiştir. Halen bu etki sürmektedir. ABD ve Avrupa’da gelişen yeni ırkçı, faşist eğilimlerin demokrasinin sağladığı imkanlarla iktidara gelmesi ve demokratik yönetimleri tehdit etmesi ise bu yönetim biçiminin tabiatıyla ilgili ilginç bir hususu oluşturmaktadır.
Eski İngiliz Başbakanı Winston Churchill demokrasiyi tarif ederken, “demokrasi berbat bir yönetim biçimi olmasına karşın, diğer tüm rejim tiplerinden daha iyidir.” demesi ve günümüzde de sık sık “demokrasi ideal bir rejim değil ama bugüne kadar beşer aklının bulduğu en az zararlı bir rejimdir” retoriğinin gündeme gelmesi bu sistemle ilgili ilginç tanımlamalardır.
Demokrasinin temel prensipleri, “bireye ve kişiliğine saygı, bireysel özgürlük, rasyonelliğe (akılcılığa) inanç, eşitlik, adalet, hukuk devleti, denge-denetim mekanizması, anayasacılık, kuvvetler ayırımı, halk yönetimi ve çoğulculuk ilkesidir.
II. Dünya Savaşından sonra öncelikle Batı Avrupa başta olmak üzere birçok coğrafyada demokratikleşme hareketleri ortaya çıktı. Soğuk savaşın bitmesiyle de liberal demokrasi tüm dünyada varlığını güçlendirmeye başladı. Bu konudaki ünlü tezini “tarihin sonu” makalesiyle Francis Fukuyama 1992’de duyurdu. Ayrıca 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya genelinde siyasi değişimler yaşandı. Bunların en önemlisi demokrasi dışında rejim seçeneklerinin yok olmasıydı. Varlığını devam ettiren siyasi rejimler olduysa da dünya sistemi içinde sözü edilmeye değecek bir etkileri olmadı.
İslam dünyasındaki serüvene bakacak olursak Osmanlı’nın dağılmasıyla birlikte Avrupalıların sömürgeleştirdikleri aşiret, kabile devletleri, mandacıları kendilerine hasım gördüklerinden dolayı onların hem inançlarına ve hem de siyasi rejimlerine mesafeli olmuşlardı. Ayrıca, demokratik ülkelerdeki sert laiklik uygulamasını din aleyhtarı bulduklarından başlarda uzak durmayı tercih ettiler.
İslam dünyasındaki laik elitler en baştan modernleşmeyi de yanlış anladılar ve takdim ettiler. Onların modernleşmeden anladığı şey, geçmişleriyle ilgili her şeyi yok sayıp, kötülemek ve ondan mümkün olduğunca uzaklaşmaktı. Namaz kılmak, başörtüsü takmak, sakal bırakmak, takke / sarık takmak, oruç tutmak, vakıflar, medreseler gibi eski geleneksel eğitim kurumları gericiliğin birer sembolü sayıldı ve bir an önce terk edilmesine çalışıldı.
On asırlık geçmişi, dini, sosyal ve siyasal anlayışı çok kısa sayılabilecek zaman içerisinde yok saymak, hayatın dışına itmek eşyanın tabiatına aykırıydı. Ceberut bir anlayışla kıyafet de dahil olmak üzere müslüman bir toplumun geçmişinden tevarüs eden tüm geleneğinin, kültürünün askıya alınıp modernleşme / batılılaşma adına bir değişime tabi tutulması toplumda ister istemez bir karşı direnç oluşturdu. Bu da gayet tabi bir durumdu. Siyasal rejim aktörleri bu durumu anlamaya çalışmak yerine zecri uygulamalarla topluma zorla benimsetmeye çalıştılar.
Avrupa’da başarılı olan bir siyasal sistemin adeta “copy-paste” yöntemiyle müslüman bir topluma tatbik edilmesi beklenilen tepkiyi hasıl etti. Gerçi uygulamalar zamanla ve biraz da yeni eğitim kurumlarında yetişen yeni neslin uyum sağlamasıyla yeni bir evreye erişmişse de kültürel bir alt yapıdan yoksun demokrasi baskıyla hiçbir zaman kökleşmemiş, kültürel ve ahlaki bir muhtevaya erişmemiştir.
Bir siyasal rejimin bir toplumda başarılı sonuçlar hasıl etmiş olması başka toplumlarda aynı sonuçları doğuracağı anlamına gelmez. Nitekim Osmanlı bakiyesi sayılan toplumlarda da böyle olmuştur.
Batılı demokrasi örneğinin bugüne kadar islam toplumlarında bir numunesinin olmamasını nasıl açıklayacağız? Aydınların nedenleri araştırıp doğru, isabetli sonuçları paylaşmaları gerekmez miydi? İlk cumhuriyet aydınlarının “İslam terakkiye manidir” retoriğini tekrarlamanın bir anlamı var mı? İslam, hangi sosyal, ekonomik ve teknolojik terakkiye mani? Bu ve benzeri onca soruya cevap aranmalı değil miydi? Bugün batılı demokrasi örneğinin İslam dünyasında kamil bir karşılık bulmamasını tesadüfle açıklanabilir mi? Soğuk kanlılıkla bu sorulara cevap aramadan soyut açıklamalarla eski ezberleri tekrarlamak bilimsel yaklaşım olmuyor.
Oysa yapılması gereken, Müslüman kitlenin inançlarıyla, ahlaki değerleriyle modern dünyanın siyasal normlarını uzlaştıracak bir yol bulmaktı. Ne yazık ki, o günkü elitlerin böyle bir düşünceleri, amaçları olmadı. Bu yüzden Cumhuriyet elitleri tarafından siyasal rejime ayak uydurmayanlar hep gerici, yobaz denilerek aşağılanmışlar, İslam coğrafyasında sıradan bir vatandaş ile elinde devlet gücünü bulunduran bir yönetici kanun önünde ve sosyal statü itibariyle her ne kadar yasalarda eşit oldukları yazılsa da uygulamada eşit olamamışlardır. Toplumda insan hakları, eşitlik gibi ilkeler hiçbir zaman yerleşmediği halde varmış gibi yaparak beklenen sonucu elde edilememiştir.
Müslüman dünyada siyaset ilmi Abbasilerle birlikte gelişme istidadı göstermişse de Osmanlı döneminde akamete uğradı, herhangi bir gelişme gösteremedi. Siyaset ilmi, bir toplumdaki sorunların geçmiş tecrübenin oluşturduğu bütüncül hafıza ile çözümü için elverişli bir araçtır. Müslüman topluluklar, bu hafızayı oluşturamadılar. Bu hafıza oluşmadığı yani siyaset bilimi gelişmediği için siyasi ilkeler ortaya çıkmamış ve bu ilkeler olmadığı için de toplumsal karmaşaları engellemek için uygun yöntemler gelişmemiştir. Bu nedenle bugün Müslümanlar, nasıl bir toplumda yaşamak istediklerine karar vermekte zorlanmaktadırlar.
20 ve 21. Yüzyılda bu anlamda sorular soruldu ama dört başı mamur bir cevap verilemedi. Çünkü sorular hatalıydı.
Zihinleri meşgul eden en önemli soru şuydu: “Dinin siyasetteki yeri ne olacak?”
Bunun yerine: “Siyasete / idareye dair sorunlarımızı nasıl çözeriz, bu süreçte dini değerler bize nasıl katkı sağlar, yol gösterir? Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki nasıl olmalı? Meşru / hukuki / ahlaki bir idare, hangi ilkelere dayanmalı? İktidarların sınırı ne olmalı? Devlet, hukuksuzlukları, anlaşmazlıkları nasıl çözmeli? Yasal düzenlemeleri kim yapacak, ilkeleri neye dayanacak, kimler denetleyecek? gibi sorular toplumların selamete çıkması için daha elverişli cevaplar üretebilir, bu cevaplar toplumsal olaylar üzerine yönelen bir akılla, İbn Haldun’un ifadesiyle “tecrübi” bir bakışla bulunabilirdi.
İslam – siyaset düşüncesinin temelleri Hz. Muhammed’e (sav) ve onun siyasi uygulamalarına dayanır. Hz. Peygamber, profesyonel bir siyasetçi değildi, o öncelikli olarak bir Peygamberdi. Peygamberlik, onu doğal olarak İslam ümmetinin siyasi lideri yapmıştı. Oysa onun amacı, toplumu bir arada tutmak ya da şehri yönetmek anlamında politik değildi, O, üslendiği tebliği gerçekleştirmek ve İslam mesajını tüm dünyaya ulaştırmak istiyordu. Gerek Kur’an’ın mevzuyla ilgili hükümleri ve gerekse Hz. Peygamberin uygulama ve öğütleri çerçevesinde problemlerimize cevap arıyorsak on dört bin küsür öncesine gitmek yerine oradan aldığımız yönetime dair prensipleri, bugünün modern dünyasında üretilen ve tecrübe edilen siyaset teorileri ve uygulamalarındaki tecrübelerle harmonize ederek yüzyılımızın insanına yeni bir siyasal rejimi sunmak mümkün olabilir.
Sonuç olarak kendimize şunu soralım: Müslümanlar neden demokrasinin zaaflarını ıslah eden, tashih eden bir idari sistemi geliştiremediler?
Akla gelen ilk cevaplar:
1. Müslümanlar, dinin siyasete / idareye dair ilkelerini, hükümlerini çağımız aklının ulaştığı tecrübe ışığında yenileyemediler.
2. Batı medeniyeti ve tecrübesi karşısında yenik düşmüş bir millet olarak böyle bir sistematiği geliştirme yetisini, cesaretini kendilerinde bulamadılar.
3. Batının tarihi tecrübesi içinde üretilen ve onların sorunlarına göre ortaya çıkmış olan siyaset bilimi, Müslüman toplumların sorunlarını çözebilecek bir forma dönüştürülemedi.
4. Siyaset bir bilim disiplini olarak gündemimize çok sonraları girdiği gibi müfredatlarda batıdan tevarüs eden teorilerin ötesine geçemedi. İslam medeniyetine istinat edecek bir siyaset paradigması geliştirmeye ihtiyaç duyulmadığı gibi bu yer yer gereksiz bir uğraş olarak görüldü.
5. Osmanlının parçalanması sonrasında Müslümanlar, Batının bölgedeki kolonizasyonunun hasıl ettiği sosyal travmanın etkisinden bir türlü çıkamadılar.
6. Bu nedenle siyaset, sadece bir direniş ve muhalefet söylemi olarak kaldı.
Bugün Müslüman dünya, siyasetin kaynakları konusunda yaygın bir şekilde iki temel tutuma sahiptir. Birincisi, İslam’ın ana kaynaklarından teorik bir siyaset düşüncesi üretmekti. Oysa siyaset bilimi, toplumsal tecrübe üzerine inşa edilebilir. Yanı dini literatürdeki ifadesiyle siyaset, “ibâhe” alanı olarak kabul edilmedikçe Müslümanlar doğru siyasi sorular sormayı başaramazlar.
İkincisi ise, Avrupa merkezli siyasi düşünceyi sürekli tekrar eden, oradan tevarüs eden tarihi hafızayı aktaran yaklaşımdır. Avrupa kaynaklı siyasi düşünce, Avrupa’nın siyasi tecrübesine dayanmakta ve onların sorunlarına çözüm olabilmektedir. Bu düşüncelerin Müslüman bir süzgeçten geçirilmesi, güncellenmesi gerekir.
İslam siyaset düşüncesinin gelişmesi, sistemleşmesi, belirli kaynaklara müracaat edilip, hikmetle yoğurulması ile mümkün olabilir. Bu kaynakların başında Kur’an’ı bir yaşam şekli olarak pratize eden Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların siyasi tecrübeleri gelmektedir. Daha sonra bunu İslam tarihinin ilk filozoflarından sayılan El-Kindi ile başlayan burhan geleneği izler. Yine Abbasilerle başlayan ve Selçuklularla devam eden ve ne yazık ki, Osmanlı ile inkıtaa uğrayan nasihatname ve siyasetname geleneği sayesinde üretilen kaynaklardan istifade edilmelidir. Son olarak bugüne kadar insanlığın ürettiği bilgi ve tecrübeye müracaat edilmelidir ki maksada ulaşmak için en faydalı yol da budur. Müslüman dünyanın buradan alacağı çok fazla bilgi ve değer vardır. Bu beş ana düşünce, özgün bir İslam siyaset düşüncesi oluşturmaya kaynaklık edecektir. Özgün bir düşünce sistematiğinin oluşması bu kaynaklara hiçbir komplekse düşmeden müracaat etmekle mümkündür.
İslam dünyası üzerindeki ölü toprağını atmak ve üç asırdır içine girdiği yenilgi psikolojisinden ve travmadan kurtulmak istiyorsa kendi özgün siyaset teorilerini geliştirmeli ve asırlardır siyasi buhran yaşayan Müslümanlara ve diğer milletlere sunabileceği bir reçetesi olmalıdır.

