İslam dini, yeryüzünde insanoğlunu barışa, adalete, mutluluğa, müreffeh bir hayata kavuşturmayı hedefler. Yeryüzünün inşa görevi insanoğluna yüklenilmiştir. Daha doğrusu insan, bu görevi gönüllü olarak sırtlanmıştır. Kur’an, bu kadar ağır yükü yüklenme iştihasının insanın cahilliğinden kaynaklandığına işaret eder. Ve ne yazık ki, çoğu zaman bu ağır yükün altında kalarak onca zulme sebebiyet verir. Öyle ya, eğer insan yüklendiği emanetin ağırlığını bihakkın bilmiş olsaydı, bırakınız gönüllü olarak yüklenmeyi ondan kaçardı.
İnsanı yaratan Allah, tabii olarak onu daha iyi bilir, tanır. Zaaflarını, iştihalarını, dünya ile olan sınavının handikaplarını elbette yaratılandan daha iyi biliyor. On dört asır önce insanın yönetme, iktidar olma arzusunun, iştihasının insanı nasıl bir derekenin kenarına getireceğini ayetle haber veriyor;
“Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” (Ahzâp-72)
‘Çok zalim, çok bilgisiz!..’
İnsanın bu zalimliği ve cahilliği yeryüzünün kavga sebebidir.
Devlet, insanların kendi aralarında rızaya dayalı olarak kurdukları hukuki bir örgütlenmedir. Amacı, insanlar arasında adaleti tesis etmek; toplumun işlerini toplum adına sevk ve idare etmektir. Tabii olarak bu son derece sorumluluk gerektiren bir yükümlülüğün altına girmektir. Hem de ağır bir mesuliyet. Peki, insan neden bu derece iştahlıdır? O da Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği bir arzu. Çünkü bu arzu olmamış olsa herkes bu emanetten kaçacaktı. Göklerin, yerkürenin ve dağların kaçtığı gibi…
İnsanın gönüllü olarak üstlendiği bu emanetin kullanma kılavuzunu da Mutlak Yaratıcı insanoğluna hediye etmiştir. Kur’an’ın hedefi, insanoğlunun bu arzusunu itidale çekmektir. Adil, hakkaniyetli bir kullanımın nasıl olması gerektiğinin kitabı gönderildiği gibi, kitabî bilginin pratize edilmesi için Pratisyenler (Peygamberler) göndererek insanoğluna lütufta bulunmuştur.
Peygamberimizin yakın arkadaşları Ondan edinmiş oldukları terbiye ve disiplin ile emaneti bihakkın bir menzile taşımaya gayret etmişlerdir. Hz. Osman dönemine kadar kemal düzeyde emanet korunmaya çalışılmıştır. Hz. Osman döneminde onun yumuşaklık ve hoşgörü anlayışından yararlanmak isteyen bazı yakınları yönetim merkezine kadar girip yönetimi adaletten uzaklaştırma, ehliyet ve liyakat verine akraba, eş-dost kayırması ve bir bakıma Hz. Osman sonrası için yönetimi ele geçirmenin planlarını yapmışlar ve buna munzam bir takım uygulamalar içerisine girmişlerdir. Bu da İslam ümmetinde bir hoşnutsuzluğa ve fitneye vesile olmuştur.
Daha önce müstakil bir yazı konusu ettiğim, İslam tarihinin ilk meş’um darbesi Hz. Osman zamanında gerçekleşmiştir. Hz. Osman şehit edilerek hilafetten uzaklaştırılmıştır. Ve bu durum İslam dünyası için ilk ciddi kırılmadır. Bu nedenle asırlarca sürecek kanlı kavgaların da başlangıcıdır. Zulmün ayyuka çıktığı kavurucu ve kırıcı bir saltanat döneminin miladı olmuştur.
İlk ‘devlet’ fikrinin veya o anlamı çağrıştıracak hakimiyet/egemenlik fikrinin geleneğe dönüştüğü bir başlangıçtır. Allah Resulü’nün halifesi yerine, Allah’ın yeryüzündeki halifesi kabul görmeye başlamıştır. Peygamberin halifesini eleştirmek, uyarmak, ikaz etmek mümkünken, Allah’ın halifesi eleştirilemez, tenkit edilemez kılınmıştır. Ve ne yazık ki, örnek alınan devlet de kendisiyle savaşılan ‘Sasani’ devletinin totaliter despot yönetim modelidir.
Müslüman alimler içerisinde İbn-i Teymiyye, Mevdudi, Reşit Rıza ve Seyyid Kutup gibi İslamî bir düzen için devletin olmazsa olmaz olduğunu savunanlar olmuştur. Bu kanaat sahiplerine göre, din ile devlet arasındaki ilişki, dinin yaşanmasını devlet şartına bağlamış ve devlet Müslümanlar için bir araç olmaktan çıkmış, bir amaç haline getirilmiştir.
Günümüz Müslüman düşünürlerin önemli bir kısmı ise, İslam’ın temel ilkeleri ışığında güncel problemlerle ilgili her türlü yorumun yapılabileceğini, Müslümanların; Müslümanca yaşayabilecekleri bir devletin gerektiğini, bunu yaparken de karşı fikirde olanlara düşmanca değil de, onları anlayarak, anlaşarak yaklaşmak gerektiğine vurgu yaparlar.
Burada bir ayırıma ihtiyaç var; İslam Dini ve Din anlayışı!.. Birincisinin kaynağı ilahi, diğerinin ise beşeridir.
İslam Dini; tabiatı gereği evrenseldir ve zamanlar üstüdür; din anlayışı ise, tarihsel ve yereldir.
İlahî olma özelliği nedeniyle din ekmel/mükemmel iken, insanın toplumsal yaşamının/muamelatının ürünü olarak ortaya çıkan din anlayışı ise beşeri kusurlarla, zaman ve mekân kısıtlamalarıyla maluldür.
Devlet birey gibi değildir. Dolayısıyla İslam dinine mensup bir birey gibi bir davranış da beklenemez. Dinin muhatabı insandır, devlet değildir. Devlet, toplumun inanç, gelenek/töre, kültür ve düşüncelerine göre şekillenen, temel insani ortak yaşama kurallarının koruyucusudur. Anayasa ve yasalardan oluşan ortak yaşama kuralları nasıl belirlenirse devlet de ona göre şekillenmiş olur.
Kur’an’da; bugün anladığımız anlamda hudutları/sınırları ve çerçevesi belirlenmiş bir kurumsal yapıdan ve devletle ilgili unsurlardan bahsedilmemektedir. İslam, toplumsal yaşamla ilgili ilke ve değerleri ortaya koymakta, ancak bu ilke ve değerlerin ne şekilde uygulanacağını insana, zamana, maslahata ve konjonktürün şartlarına bırakmaktadır. İslam’ın yeryüzünde var olabilmesi veya kişilerin Müslümanca yaşaması için bir devlete zorunlu olarak ihtiyaç yoktur. Devletin olmadığı ortamlarda da fertler Müslüman olabilir. Ancak İslam’ın, mensuplarından toplumsal yaşamla ilgili bir takım beklentileri vardır. Bunlardan en önemlileri; yeryüzünde adaletin sağlanması, zulmün sona erdirilmesi, iyiliklerin yaygınlaştırılması, fenalık ve azgınlıktan uzak durulmasıdır. Bunlar, Müslümanların toplumsal hayatta yapması ve yerine getirmesi gereken bazı yükümlülüklerdir. (Al-i İmran:110-114; Nahl:90; Sad:26; Nisa:58; Şura:15; Maide:8-42; Mümtehine:8; Araf:29-181.
Adaletle hükmetme sorumluluğunu dinin müminlerine yükleyen İslam, bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceği ile ilgili bir ayrıntıya yer vermiyor. O zaman buradan; siyasi yönetim biçiminin, şeklinin nasıl olacağı hususu, insan aklına ve iradesine bırakılmıştır sonucunu çıkarabiliriz. Bu durumda devleti, dinin bir gereği ve din tarafından belirlenmiş bir kurum olarak görmemek gerekir. Devlet, insanların kendi inisiyatifleri ile Allah tarafından kendilerine yüklenen sorumlulukların yerine getirilmesi için kurulmuş tamamen beşeri bir kurumdur. Allah’ın insana yüklediği sorumlulukların yerine getirilebilmesi için oluşturulmuş olan devletin, insanın iradesi dahilinde olması doğal karşılanmalıdır. Çünkü İslam‘a göre insan yeryüzünde imtihan amacıyla bulunmaktadır. (Ahzab:11; Ali İmran:186; Ankebut:2; Bakara:155; Enfal:28; Hud:7; İnsan:2) Bu imtihan nedeniyle Allah, Müslümanlara sorumluluklar yüklemekte ve sorumlulukları yerine getirip getirmediklerine göre hesaba çekeceğini bildirmektedir. Ol demesiyle her şeyi olduran Allah, isteseydi herkesi doğru yola iletir, Müslümanlara herhangi bir sorumluluk yüklemez, onlardan inisiyatif almalarını beklemezdi. Ancak imtihanın bir gereği olarak bu sorumluluk insana yüklenmiştir. “Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onların halini değiştirmez” (Rad:11) ayetiyle insanın çabasına vurgu yapan Kur’an, “Uğrumuzda canla başla çaba gösterenleri yollarımıza eriştiririz. Hiç kuşku yok ki Allah, ahlaki kemale sahip olanlarla beraberdir.” (Ankebut:69) buyurarak her çaba ve gayret karşısında Allah’ın yardımının da geleceğini haber verir.
Devlet ile ilgili bahis böyleyken devleti idare etme iddiası ile kurulan siyasal partilerin bir dini temsil etme iddiaları ise yine yukarıda mülahaza konusu ettiğimiz sebepler dairesinde dinin tabiatıyla uygunluk arz etmesi mümkün değildir. Siyasal partiler devlet yönetimi ile ilgili dinden kaynaklanan yorumlarda bulunabilirler ancak bu yorumlar asla dinin kendisi olamaz. Sadece din mensuplarının içtihatlarıdır / yorumlarıdır. Bir başkasını bağlamaz. Dolayısıyla hiç kimse bu anlamda ruçhaniyet iddiasında bulunamaz. ‘Biz ‘hakk’ız, diğerleri batıl’ gibi bir iddiada bulunamazlar. Ayrıca dince muazzez sayılan değerlerin bir partinin tekelinde görülmesi beraberinde din üzerinden yeni kavgalar, uyuşmazlıklar ve nizalaşmalar getirir. İnsanları kardeşleştirmeyi, barıştırmayı hedefleyen din, bizatihi kavgaların ve nizalaşmaların sebebi olur. Burada en büyük zarar da din ve samimi dindarlara olur. Hiçbir samimi dindarın arzu etmeyeceği bir durumdur. Dinin günlük politikanın konusu edilmesi dinin tecviz ettiği bir şey değildir. Dinin yönetime dair emir ve nehiylerini savunmak ve uzlaşmayla yaşanabilirliğini temin etmek elbette her müminin üzerinde bir görevdir. Bunu da her nerede veya hangi partide bulunuyorsa bulunsun fark etmez, savunmak ve yaşanabilir kılmak her müminin üzerinde bir vecibedir.
Ayrıca ‘dini temsil ettiği’ gibi bir iddiada bulunan siyasal örgütün başarısızlığının ‘din’in hanesine kayıt edileceğini de buraya not etmek gerekir. Din konusunda samimiyeti olan hiçbir kimsenin rıza göstereceği bir durum olamaz. Din, cihanşümuldur. Dolayısıyla bir partinin/bir örgütün çatısına sığdırılacak kadar küçük değildir.
Elbette çok detay açıklamalara ve akademik yorumlara ihtiyaç duyan bir konu. Ne yazık ki, okuyucunun sabrını yeterince zorluyoruz. Onun için arif ehli için bu kadarla iktifa ediyorum.
Sonuç olarak gündemin konusunu şununla bağlamış olayım;
AKP siyasetini İslam’la telif etmek bizatihi İslam’ın kendisine iftiradır. ‘İslamcı veya siyasal islamcı’ gibi yaftalamalar sadece birer çirkin yakıştırmadır. Bu yakıştırmayı yapanların iki amacı olabilir; birincisi ciddi bir bilgisizlik veya önyargı; diğeri ise, din/dindar karşıtlığı ve düşmanlığıdır. Dolayısıyla hiç sağa sola çekmeyi gerektirmeyen bir gerçeklik var ki, o da iflas edenin AKP siyaseti olduğudur.