Geçen yazıda yurttaşların devlete itaatinin sadece fiilî bir durum olmadığını, bu itaatin yurttaşlar açısından bir yükümlülük olduğunun genellikle kabul edildiğini anlatmış ve bu yükümlülüğün kaynağı sorununu başka bir yazı da ele alacağımı belirtmiştim.
Evet, devletin yurttaşlarına buyruklar verip onlardan itaat talep edebilmesinin, kısaca devletin otoritesinin kaynağı nedir? Bunun haklı bir nedeni veya gerekçesi var mıdır?… Siyaset felsefesinde bu temel soruya çok çeşitli cevaplar verilmiştir. Bunların belli başlılarını kısaca gözden geçirelim.
İlk olarak, sözleşme teorisi devletin toplumsal sözleşmeye dayandığını söyler. Tarihsel ve antropolojik olarak devletin sözleşmeyle kurulmadığı bir gerçek olduğuna göre, bu olsa olsa bir varsayımdır. Ne var ki, ideal şartlarda bile bütün makul insanların böyle temel bir konuda mutabakata varacaklarını düşünmek için hiçbir neden yoktur.
Denebilir ki, en azından “yurttaşlık”ı devletle kişiler arasındaki bir sözleşme ilişkisi olarak düşünebilir ve şöyle diyebiliriz: “Eğer bir kişi belli bir siyasî toplum içinde yaşamaya devam ediyor ve onun nimetlerinden yararlanıyorsa, onun yükümlülüklerini de kabul etmek zorundadır.” Ancak, bu iddia yurttaşın devletle ilişkisinin onun serbest iradesiyle belirlendiğini varsayması bakımından yanlıştır. Çünkü devletlerin yurttaşlarının büyük çoğunluğunun bu statüsü tercihe değil, doğuma veya başka arızî nedenlere dayanır. Kaldı ki, bir kişi bir devletin yurttaşlığını serbest iradesiyle seçmiş olsa bile, bu onun “doğal haklar”ından ve âdil muamele görme hakkından vazgeçtiği anlamına gelmez. Ayrıca yurttaşlıktan ayrılmak da basit bir tercih meselesi değildir, bunun kişilere maliyeti büyüktür.
Öte yandan, sözleşmeyi bir hükümet sözleşmesi olarak düşünmek de meseleyi çözmez. Diyelim ki, bir toplumun üyeleri bir devlet kurmak ve onun yasalarına uymak üzere aralarında bir sözleşme yaptılar. O zaman da şunu sorabiliriz: Bir neslin verdiği söz daha sonraki nesilleri nasıl bağlayabilir? Sözleşmeyi fiilen yapanların yükümlülüğü bu sözleşmeden kaynaklanmaktadır, ama onların torunları bu sözleşmeye uymazlarsa, ilk sözleşmenin tarafı olmadıklarına göre onların sözlerinde durmadıkları nasıl söylenebilir!
Rıza teorisine göre de, devletin otoritesi tebaasının rızasına dayanır. John Locke’un söylediği gibi, hiçbir kimse kendi rızası olmadan başka birinin siyasî iktidarına tabi olamaz. Gerçekten de, kişiler üzerinde cebir yoluyla kontrol uygulayan bir örgüt olduğundan, meşru olması için devletin gerçek rızaya veya sözleşmeye dayanması gerekir. Oysa gerçekte devletler tebaalarının ne açık rızasına sahiptirler ne de onlarla gerçek bir sözleşme yapmışlardır. Çünkü sahici rıza bu yönde açık bir irade beyanını gerektirir, sırf itiraz etmemek veya direnmemek bir yükümlülük doğurmayacağından, hipotetik rıza anlamsızdır.
Genel İrade yaklaşımı ise devletin yasalarına onlar genel iradeyi temsil ettikleri için itaat etmemiz gerektiğini söyler. Ne var ki, eğer “genel irade”yle bütün yurttaşların iradesi kastediliyorsa, sözleşme teorisiyle ilgili olarak söylediğimiz gibi, bütün yurttaşlar arasında oy birliğinin var olması mümkün değildir. Yok eğer genel iradeyle çoğunluğun iradesi kastediliyorsa, o zaman da çoğunluk kanaatinin muhalif azınlığa bir yükümlülük yükleyebileceği söylenemez.
Başta Rousseau olmak üzere, genel irade teorisyenlerine göre, “genel irade”nin kişi kendisi bilmese bile onun için “gerçekten” iyi olan şeyi temsil eder. Dolayısıyla, kişi kendisi için gerçekten iyi olanı bilseydi zaten onu seçecekti. Öyleyse, devlete itaat etmekle aslında kendi gerçek irademizi izlemiş oluruz. Genel irade teorisi, böylece, sadece bireyin gerçekten ne istediğini devletin ondan daha iyi bildiğini varsayması nedeniyle değil, aynı zamanda herkesin gerçekte aynı şeyleri istediğini kabul etmesi nedeniyle de yanlıştır.
Başka bir görüş devletin otoritesinin temelinin onun genel yararı sağlaması veya ortak iyiyi gerçekleştirmesi olduğunu söyler. Fakat ortak iyi yaklaşımında da mesele, genel yararın veya ortak iyinin mahiyeti ve kapsamı konusunda görüş birliğine varmanın zorluğundadır. Meselâ faydacı teori genel yararı “en büyük sayının en büyük yararı”nda görmektedir ama bu durumda azlıkta olanların yararı çoğunluğunkine feda edilebilir demektir. Başka bir anlatımla, bu yorumun kabul edilmesi halinde, toplumda azınlıkta olanlar kendi hakları çiğnense bile çoğunluğun yararı hatırına devlete itaatle yükümlüdürler. Gerçi “genel yarar”ı toplumun bütün üyelerinin paylaştığı çıkar veya “ortak iyi” olarak tanımlayabiliriz ama bu durumda da genel yararın hangi siyasetleri ve yasaları gerektirdiği üstünde mutabakata varmak kolay değildir. Kaldı ki, genel bir itaat yükümlülüğüne temel oluşturabilmesi için devletin yasalarının her zaman ve münhasıran genel yarara hizmet ediyor olması gerekir ki, böyle bir durumun hiçbir devlette sözkonusu olamayacağı açıktır.
Denebilir ki, toplumun “ortak iyi”sini adaletle tanımlayabiliriz. Yani, devlet yasalar ve politikalarında adaleti izlediği nispette yurttaşlarından kendisine itaati talep etme hakkına sahiptir. Böyle bir durumda siyasî itaat yurttaşlar için de bir yükümlülük haline gelir. Ne var ki, devletin hangi adalet anlayışını izlemesi gerektiği konusunda da tam bir anlaşma sağlamak imkânsız görünmektedir. Nitekim adaletin negatif mi yoksa aynı zamanda pozitif bir kavram mı olduğu üzerinde yaygın bir anlaşmazlık vardır. Adaletin bireylerin temel haklarını korumayı ve bu çerçevede yapılmış olan haksızlıkları telâfi etmek veya başkalarına verilmiş olan zararları gidermek yanında suçluları cezalandırmayı (düzeltici adalet), hatta kendi kusuru olmaksızın mağduriyet ve mahrumiyete düşenleri desteklemeyi gerektirdiğini düşünmek ile, kişilerin temel haklarına fazladan maliyet yükleyen genelleştirilmiş bir yeniden-dağıtım siyasetini gerektirdiğini düşünmek arasında büyük fark vardır. Oysa pekâlâ denebilir ki, “herkes”in itaatle yükümlü olması için, devletin yasalarını genelleştirilebilir bir adalet kavramına dayandırması gerekir.
Sonuç olarak, öyle görünüyor ki, siyasî itaat yükümlülüğünü tartışmasız bir temele dayandırmak mümkün değildir. Bu durumda devlete itaatin yurttaşlar için genel bir yükümlülük teşkil ettiği iddiası hâlâ kanıtlanması gereken bir varsayımdan ibarettir. Kanaatimce, insanlar bir takım dokunulmaz temel haklara sahip oldukları sürece ve devletin de “insanlık durumu”nun doğal / zorunlu bir unsuru olmaması ölçüsünde, devlete itaatin genel bir ahlâkî yükümlülük olduğu savunulamaz. Şüphesiz bu felsefî pozisyon, kişilerin özgül durumlarda kendilerince uygun veya doğru olan nedenlerle yurttaşı bulundukları devlete itaat etmeyi seçmeye hakları olduğunu kabul etmeye engel değildir.