Bu ülkede dini ve etnik anlamda bir çeşitlilik ve zenginlik var. Bu durumu inkar etmek, görmemezlikten gelmek haksızlıktır, zulümdür, örtmek anlamında küfürdür. Bu gerçekliği kabul etmeden gerçek adalete, barışa ve toplumsal mutluluğa ulaşamayız. Bir şeyin gerçekliğinden kaçmak, uzaklaşmak probleminize derman olmuyor, çare buldurtmuyor. Tam aksi var olan/mevcut olanla yüzleşip nasıl bir ortaklaşma temin edeceğimize bakacağız. Başka yol yok.
Dolayısıyla bu ülke ile ilgili alacağınız tüm kararlarda ve yapacağınız tüm hukuki düzenlemelerde bunu dikkate almak mecburiyetindeyiz. Birileri şöyle düşünüyor olabilir; “Bu ülkenin %98’i Müslümandır. Demokrasiler, azınlıkların hak ve hukuklarının hesaba katıldığı ve düşünüldüğü çoğunlukçu rejimleridir. Ve bundan hareketle siyasi rejimin baskın karakterinin ‘İslami’ olması gerektiğini” ileri sürebilirler.
Böyle düşünenlere bazı temel sorular;
1.Ülke nüfusunun %98’nin Müslüman olduğu iddiası, tespiti doğru mu?
2.Bu genelleme homojen bir topluluğu işaret ediyor mu?
3.Mesela, büyük çoğunluk dini olarak kendilerini Müslüman olarak tanımlamakla birlikte sözkonusu siyasi rejim olunca ne düşünüyorlar?
4.İslami karakterli rejim ile laik-seküler rejim arasında sözkonusu kesim muhayyer bırakıldığında yüzde olarak hangi taraf ağır basar?
Buradan çıkacak sonuç bazılarının umduğunun / beklediğinin tersi de olabilir. Dolayısıyla halkın iradesinin tecellisi ile siyasi rejimin rengini belirlemek kolay değil ve çoğu zaman bazılarının beklentisinin karşılığı olamaz. Toplumun büyük çoğunluğu için siyasi rejimin ideolojik karakterinden ziyade özgürlükçü bir iklimin neşvünema bulduğu; refah düzeyinin yüksek olduğu ve insani haklarının adil bir şekilde gözetildiği siyasal rejimler tercih edilmektedir.
Onun için de topluma ideolojik karakterli siyasal rejim dayatma yerine, toplumda insan haklarının gözetildiği; din ve vicdan özgürlüğünün kamil anlamda yaşandığı, insanların inançlarının gereğini ifa etmelerinin önündeki fiziki ve psikolojik bariyerlerin kaldırıldığı bir siyasal düzen, toplumu mutlu edecek ve herkesin o ülkeye aidiyet duymasını sağlayacaktır.
İslam, insanlık aleminde bir arada yaşama kültürünün tohumlarının ilk atıldığı dinin adıdır. Hz. Muhammed (sav) Medine’ye hicret buyurduktan sonra yaptığı ilk iş, Medine’de yaşayan farklı sosyal kesimlerin arasında hukuki bir birliktelik temin etmekti. Ve bunu başardı. Belki de tarihsel olarak farklı din mensuplarının kendi hür reyleriyle bir arada yaşamaya dair iradi birlikteliği temin ettikleri bir ilktir. Ve onun için de belki de insanlık tarihinin ilk anayasasıdır. Ve bütün karşı görüşlere rağmen şunu rahatlıkla ifade edebiliriz; Eğer Medine şehir devletini oluşturan kesimler ‘Medine Vesikası’ ile sağlanan hukuki birlikteliğin şartlarına muhalif bir tutum ve davranış içerisine girmemiş olsalardı bu statü ilânihaye devam edecekti. Çünkü bu dinin Peygamberi, altına imza koyduğu veya sözel olarak taahhütte bulunduğu hiçbir anlaşmanın ilk bozan tarafı olmamıştı. Allah’ın emri ve muradı da budur.
Sadede gelecek olursak; Bu toplumun tekrar derlenip toplanması ve yeniden bir misak etrafında yekvücut olmalarını zorunlu kılan bir süreçten geçiyoruz. Ya topyekûn kurtuluşun kapılarını aralayacağız veya hepimiz batacak olan geminin içinde yok olup gideceğiz. Evet, bu manada bir varlık ve beka meselesi ile karşı karşıyayız. İnatlaşmaya gerek yok. Tüm toplumsal sözleşmeler/akitleşmeler karşılıklı hak ve hukukların mübarek ve muhterem sayılması ile gerçekleşmiştir. Ülkede yaşayan bir kaç kişilik azınlığın bile hak ve hukukları gereği gibi korunamıyorsa orada optimum mutluluktan ve refahtan söz etmek mümkün değildir. Topyekûn hepimizin mutluluğunu ve refahını hedefleyecek yeni siyaseti hepimiz beraber inşa edelim.
Yeni bir birliktelik, yeni bir toplumsal sözleşme için toplumu yeniden derleyip toparlayacak, ortak hedef ve amaçlara yönlendirecek, barıştıracak, kaynaştıracak, ülkeye aidiyet sağlayacak olan çözüm; çoğunluğun gönüllü bir şekilde iştirak edeceği ve inşa edeceği yeni bir siyasal programla mümkün olacaktır.