Bugün toplum büyük bir cehalet dönemini yaşıyor desek abartmış olmayız. Cehalet sadece okuma yazma bilmekle, tahsil görmekle giderilmiyor. Bu toplum halen kendi Mekke’sini yaşıyor, bir türlü Medine’ye hicret edemedi. Modern dönemin Ebu Cehilleri ve Ebu Leheb’leri, hakkın, hukukun hakim olması için mücadele edenlerin gayretlerinin önüne geçmeye devam ediyor. Hz. Muhammed’in (sav) kutlu nefesinin Mekke’yi karanlıklardan aydınlığa kavuşturacağından korkanlar karanlığın kendilerine sağladığı basit menfaatlerin zayi olacağını endişe edenler, O’nun iman, hak, adalet, ahlak mücadelesinin önüne geçmeye çalıştılar ama başarılı olamadılar.
Peygamber, bu basit hakikati kavrayamayan Ebu Cehil’i, okuma yazma bilen az sayıda insandan biri olmasına rağmen “cahillerin babası” anlamında “Ebu Cehil” lakabıyla andı. Koyu cehaletin hakim olduğu, hak hukuk tanımaz Mekke aristokrasisinin hasıl ettiği toksik iklimde düşüncelerinin kolaylıkla neşvünema bulamayacağı kanaatini edinen Hz. Peygamber Allah’ın izniyle, toprakları gibi beşeri yapısı da mümbit olan Yesrib’ten davet alınca hak ve adalet davasını inşa etmek için oraya hicret buyurdu. Ve çok kısa bir zamanda oranın yerleşik halkları arasında hakemlik yaparak, savaşları, nizaları sonlandırarak, İslam’ın kelime anlamına uygun olan barış ve kardeşlik iklimini hakim kıldı ve medeniyetin merkezi haline getirdiği Yesrib’i Medine’ye inkılab ettirdi.
Hz. Peygamber ve sahabesi kabile ihtilaflarını ve savaşlarını bitirmekle kalmayıp İslam tarihi için çok önemli olan bir metin kaleme aldılar. Medine’de yaşayan farklı inançlara sahip herkesin iştirakiyle hukuk ve güvenliğin sağlanmasına yönelik bir sözleşme tanzim ederek imzaladılar. Rivayetler farklı olmakla birlikte o günlerde Medine şehir merkezinin toplam nüfusunun 9 ile 12 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bu nüfusun sadece 1500’ı Müslümanlardan oluşmaktaydı. Burada dikkat çeken en önemli husus ise sayıları daha az olmasına rağmen sözleşmenin yürütülmesi ile ilgili hakemliğin ve garantörlüğün müslümanların önderi olan Hz. Peygambere bırakılmasıdır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamberin sahip olduğu ahlaki üstünlük, güvenirlik ve adil olduğuna duyulan itimattı. Medine’nin çekişmelerle, kavgalarla süren sosyal düzeni O’nun gelmesiyle suhulete ermiş, rahmet ve bereket artmış, şehrin sosyal ilişkileri hukukileşmişti. Arkasına aldığı bu sosyal rüzgarla çok kısa sayılabilecek bir zaman içerisinde insanlık tarihinin kaydedebileceği en büyük inkılabı başardı. Medine’yi medeniyetin merkezi haline getirdi.
Hz. Peygamberin şahsında bir modele dönüşen bu şanlı inkılap hareketi kendisinden sonra gelen pek çok alimin, filozofun ilham kaynağı oldu. Bunlardan biri de El-Medine’tül Fazıla’nın (İdeal Devlet / Erdemli Şehir) müellifi Farabi’dir. Felsefe dünyasında Farabi, Aristo’dan sonra “Muallim-i Sânî” (İkinci öğretmen) olarak bilinir. Farabi’nin düşünce dünyasının, tefekkürünün en önemli çıktısı, kâinata /aleme bir bütünlük zaviyesinden bakarak meselelere izahlar getirmesidir. Normalde hacmi 60-80 sayfa olan Erdemli Şehir / İdeal Devlet veya sözkonusu risalenin tam karşılığı olan “Erdemli şehrin sakinlerinin görüşlerinin temel ilkeleri” binlerce sayfayla şerh edilmiştir.
Farabi’nin bu risalesiyle verdiği temel mesaj şudur: “Köklü bir metafizik olmadan siyaset olmaz. Kozmik alemin düzenini, nizamını anlamadan yerdekileri yönetemezsiniz. Sema ile bağ kurmadan yerde adaleti tesis edemezsiniz.”
Bugün bu bütünlükçü bakış tarzına çok ihtiyacımız var. Allah, onlarca ayetiyle kozmik alemin bu düzenine, nizamına atıf yapar. Farabi’nin dikkat çektiği gibi kozmik alem muazzam çeşitliliğiyle kainatı yaratan ve düzenleyenin planı dahilinde milyarlarca yıldır aksamadan, bozulmadan yürümektedir.
“Şüphesiz geceyle gündüzün, süreleri değişerek ardı ardına gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her varlıkta, kalpleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve hayatları boyunca O’na karşı gelmekten sakınanlar için elbette nice işaretler, deliller vardır.” (10/6)
İnsanoğlu olarak handikapımız akıl, hikmet ve ahlak boyutuyla meselelerimizi anlama ve anlamlandırmadan yoksun oluşumuzdur. Ezberletilmiş yargılarımız, atalardan, gelenekten tevarüs eden hikâye, mit ve kabullerimiz, onlara dinin bir rüknüymüş gibi iman etmemiz bizi düşünmekten, akletme ameliyesinden uzaklaştırmaktadır. Onun için de onlarca ayetle akletmeyişimiz nedeniyle uyarılıp, ikaz edilmekteyiz.
Bugün müslümanlar olarak Hz. Peygamberin ruh verdiği Medine ikliminden fersah fersah uzaklaşarak, cehaletin kör kuyularında birbirimizle boğuşup duruyoruz. Ne birbirimizi can kulağıyla dinliyor ve ne de muhatabımızı anlamak için konforumuzu bozuyoruz. Ön yargılarımız, ezberlerimiz yanlış olanı doğru, şer olanı hayır, günah olanı sevap olarak kabul etmemize sebep oluyor.
1960 ve 70’lerde o günün zinde müslüman gençlerinin bir gün büyüyüp karşı çıktıkları, mücadele ettikleri ideolojik yapılanmayı, bir müddet sonra zalim idareyi ellerine geçirdikten ve ideolojisini ufak tefek rötuşlarla değiştirdikten sonra kabulleneceklerini ve devraldıkları düzen, vasıta ve ölçülerle, kendilerine bir zamanlar uygulanan baskı ve şiddetin aynısını sevmediklerine, hazzetmediklerine, kendilerine hakkı ve adaleti hatırlatanlara karşı uygulayacaklarını o günlerde düşünebilir miydik?
Dünkü devletin üzerine oturduğu yapıyla bugünkünün arasında ciddi bir fark görüyor musunuz? Peki, nasıl oluyor da dünkülerin sahiplendiği devlet yönetme kültürü ve ahlakını bugünküler bu derecede sahipleniyorlar? Nasıl oluyor da hizmetkar liderlik anlayışından efendi / ağa liderliğe geçiş yaptılar? Demem o ki, dünün müslüman gençleri ve bugünün aksaçlıları dün karşı olduklarına, mücadele ettiklerine, iktidar olduktan sonra aşk derecesinde bağlandılar, köle oldular.
İşte bu sorulara cevap aramayışımız bir cehaletin ürünüdür. Aksi varit olsaydı, ellerine geçen iktidar nimetini emanet olarak alıp, hakkın ve adaletin emrine verirlerdi. İktidarın ellerinden gidip gitmeyeceğinin derdine düşmek yerine iktidarda kaldıkları süre içerisinde halka adil davranıp davranamadıkları endişesine düşer, onunla yatıp, onunla kalkarlardı. İktidarın vaz geçilmez bir güç merkezi değil, sırtta taşınan ağır bir yük olduğu bilinciyle, haktan hukuktan sapma endişesiyle bir an önce kurtulmayı düşünürlerdi.
Gerçi “toplumlar hükümdarlarının dini üzeredir” denilmiştir. Bugün toplumun önemli bir çoğunluğuna ‘’hak nedir, hukuk nedir, insan hakları nelerdir’’ deseniz 100 kişiden 95’i net bir cevap veremeyecektir. Önderlerinin, büyüklerinin, üstatlarının, abilerinin öğrettikleriyle, ezberlettikleriyle konuşacaklardır. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. İnandıkları kitapta kendilerine bildirilen hakikate gözlerini, kulaklarını kapatıp milli olanı, gelenekten tevarüs ettiklerini din zannedenler hak ve o hakkı koruyan, garanti eden adaletin mahiyeti konusunda da kaba bir malumatın ötesinde bir bilgi ve idrake sahip olamazlar. Böyle bir toplum çok rahat bir şekilde aldatılmaya, yanıltılmaya, manipüle ve provoke edilmeye müsaittir.
Müesses nizamın kurucu ideolojisinin bugüne kadar böyle bir derdi olmadı. Bugün iktidar olan eski hak, hukuk savunucuları da iktidarı ellerine geçirince kendilerinden öncekilere rahmet okutacak derecede devlet erkinin zorbalığından faydalandılar.
“Hak ve hukuk nedir?” sorusu bu ülkede sorulmadığı gibi cevabı da aranmadı. Neredeyse bu soruyu sormak, yani, bir hakkı dile getirmek suç, hainlik ve bölücülük sayıldı.
İşte hak ve hukuk bilincinden uzaklaştırılmış halkın bu durumundan yararlanmak isteyen, hırsları, akıllarının ve vicdanlarının önüne geçen siyaset simsarları her türlü yöntemi kullanarak hakikati görünmez, anlaşılmaz kılmakta, hakikat penceresinden olaylara bakmaya, anlamlandırmaya ve buna yönelik çözümlemeler yapmaya ehil olan insanların hakikati seslendirmesi de siyaset simsarlarının, sihirbazlarla yarışabilecek marifetleri sayesinde halkın dikkatinden kaçırılmaktadır. Ne yapalım Hz. Musa kıvamında değiliz ki, onların tüm sihirlerini hükümsüz bırakalım.
Hak, hukuk tanımaz bu siyaset kültürü ve geleneği yüceltilemez ve çare de üretemez, bugüne kadar üretemediği gibi…