Dilerim yazının başlığı peşin bir yargıya varmanıza sebep olmaz.
Şöyle denilebilir: Dindar veya seküler ne fark eder, hepsinden aynı şeyleri bekleriz.
Bu konuda söz söylemek için dindarlık tanımının zihinlerimizde netleşmesine ihtiyaç var. Yazıda kullandığım anlamıyla dindarlık, kişinin kendisi ve çevresi tarafından tanımlandığı bir özelliktir. Mevcut hayat tarzı her ne kadar çok geniş bir skalada derecelendirilse de onun bu sıfatla tarif edilmesine imkan sağlamıştır.
Yukarıda verilen cevabın eksik kalan tarafı, dindar bilinen yöneticilerin diğerlerine göre halkı hoşnut etmenin dışında bir de iman iddialarının gereği olarak Allah’ın sınırlarına riayet etmeleri olacaktır.
Laik düzende ise Allah’ın sınırlarına riayet etme çabası söz konusu olamaz. Yöneticiler sadece vatandaşlarını hoşnut ve mutlu etmek için çalışırlar.
İşte asırlık problemimiz, kavga sebebimiz bu anlayıştır.
Neo-seküler politikalarla adeta şu denilmek istenmiştir: Dinden uzaklaşmadan, seküler bir anlayışa evirilmeden ülkeyi yönetmeye kalkışamazsınız. Eğer halkı yönetmeye talipseniz, bizim çerçevesini belirlediğimiz, içeriğini doldurduğumuz laiklik kalıbının dışına çıkamazsınız. Halkın kahir çoğunluğunun desteğini almış olsanız da bu kalıba uygun elbise giymek zorundasınız.
Yıllardır bu kopyala-yapıştır laiklik tanımı ve bize has uygulaması bu topluma uymadı, az bir entelektüel kesimin itirazına rağmen hiçbir tashih ve ıslah çabası söz konusu olamadı. Onun için de yıllardır bunu bir kavga vesilesi yapıp toplumsal kesimleri karşı karşıya getirerek çatıştırdılar. Böylece islami hareketler bir türlü kendilerini özgür bir şekilde ifade etme imkanı bulamayıp kuş diliyle konuşmayı sürdürdüler.
1980’lere kadar Anayasanın 163, 141,142. Maddeleri insanların başlarında demoklesin kılıcı gibi sallandırıldı. Bu nedenle toplum olarak maddi ve manevi büyük zaiyatlar verdik. Dışarıdan ithal ettiğimiz bu elbisenin bize uymadığını bir türlü neo-seküler anlayış sahiplerine anlatamadık. Belki de anlamak istemediler çünkü siyaset bu karşıtlıktan besleniyordu.
Tüm siyasiler az veya çok dini değerleri ve dindarları istismar konusu ederler ama samimi bir dindar devleti yönetirken bugüne kadar süregelen ezberleri bozacak şekilde yeni bir yönetim anlayışını dile getirirse hop oturup hop kalkarlar. Meşhur retorikle, “laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor” yaygarasını basarlar. Yüz yıldır bu korku ve endişeler ortaya atılır ama sözümona dindarlık iddiasında bulunanların iktidarında mevcut laiklik uygulaması elden gitmediği gibi bu ülkede şeriat gelecek sanılırken gençler akın akın dinden uzaklaşıyorlar.
Buraya kadar mevzu ettiğim, Türkiye’deki klasik laiklik anlayışıyla ilgili hususlardı. Bir de madalyonun diğer yüzü var. Müslümanlık iddiasıyla karşı cephede konumlanan siyasal islami hareketlerin önderleri ve mümessilleri ise, yukarıda mevzu ettiğimiz Türkiye’ye has laiklik uygulamasına aksiyoner değil, reaksiyoner bir tepkide bulunmanın ötesine geçemediler. Yönetimine talip oldukları toplumun dinsel ve etnik çoğulcu yapısına bakmadan adeta bütün kesimleri Müslümanlık potasında eriterek “islami” bir söylem ve iddiayla mutlu, mesut bir yönetim inşa edebileceklerini zannettiler.
Bu damardan neşet eden son politik deneyim (AKP), beklenti içerisinde olan taraftarlarını büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Politik kadro, ülkenin mevcut çoğulcu yapısını hesaba katmadan iktidara geldiğinde kendilerinden önce siyaset yapanların siyaset kültürüne, ahlakına ve geleneğine uymanın ötesinde bir şey yapma becerisi ortaya koyamadıkları gibi hazırlıksız yakalanılan iktidar, onları yoldan çıkardı ve tanınamaz hale getirdi. Bu kıskaca giren kadrolar ilk önce kendi geçmişlerini inkar ettiler ve sonra da bırakınız İslami değerleri en temel insani değerleri bile yaşamak ve yaşatmaktan uzaklaştılar.
Peki bir dindar yönetici, dinine zarar vermeden, hudutları zorlamadan toplumu nasıl idare edebilir? Bu soru çok önemli. İslam’a iman iddiasında bulunan insanlar dinlerinden vazgeçmeyeceklerine göre Allah’ın hudutlarına riayet ederek yönetmeye çalıştıkları toplumu, tüm çeşitliliğine rağmen nasıl adaletle yönetebilirler ve halkı hoşnut edebilirler?
Buradaki sorun, Hz. Peygamberin 1450 yıl önce bıraktığı büyük örnekliğin kodlarını zamanımıza taşımadaki beceriksizliğimiz ve yetersizliğimizdir. Müslüman toplumunun belki de en büyük problemi, Hz. Peygamberin bıraktığı mirası bir fanusun içine hapsederek bugünün dimağlarına sunmalarından kaynaklanmaktadır. Merhum Akif’in “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” cümlesi bu haliyle gerçekleşmemiştir. Belki de kendimiz idrak etmediğimiz bir sistemi eksik bir idrakin eseri olarak yanlış bir örneklikle ortaya koyduk, halkın gözünü korkuttuk. İslam dünyası bir türlü bu girdabın dışına çıkamadı.
Halbuki Resulullah’ı gerçek manada anlayan, idrak eden yöneticiler, Hz. Yusuf misali toplumsal çeşitliliğe rağmen nasıl yönetebileceklerinin, adaletle nasıl mutlu, mesut bir refah toplumu oluşturabileceklerinin kodlarını insanlık tarihinin en şanlı inkılabından alıp zamanın ruhuna aşılayabilirlerdi. Bu asla zor bir ameliye değildi. Ancak iddia sahibi müslüman önderler genişi dar, kolayı zor kılıp, bir türlü vatandaşlarını mutlu edecek bir siyasi yapı inşa edemediler.
Müslüman yöneticinin hedefi, Allah’ın belirlemiş olduğu hudutları çiğnemeden toplumu oluşturan kesimlerle rızaya dayalı -bugünkü tabirle- demokratik bir ortaklaşmayla nasıl daha adil bir toplum yönetimi sergileyebileceği olmalıdır. Peygamberler de dahil hiç kimsenin başkalarına din / inanç /ideoloji dayatma hakları yoktur. Allah bunu peygamberine bile yasaklamıştır.
Peki, bir dindar liderin dini adına yapacağı nedir? Yönettiği toplumu adil, şeffaf, dürüst yöneterek, eşit davranarak, bir müslüman idareci örnekliği ortaya koymaktır. Tıpkı aradan yüzyıllar geçmesine rağmen isimleri zihinlere kazınan Hz. Ömer, torunu Ömer B. Abdülaziz ve Selahaddin Eyyübi’nin siyasi tatbikatları gibi…
İslam’ın ilk müceddidlerinden/ yenileyicilerinden sayılan Ömer B. Abdülaziz’in, siyaset / toplum yönetimi alanında yaptığı reformlar bugün halen konuşuluyor ve yazılıyor. Kendisinden önceki Emevi yöneticilerinin çölleştirdikleri siyasal, sosyal hayatı reforme ederek çölü vahaya dönüştürmüş, yapılacakları hukuk reformuyla iki buçuk yılda gerçekleştirmiştir.
Amerika’yı yeniden keşfedecek değiliz. Allah’ın hukukunu koruyarak, Hz. Peygamberin inkılabının kodlarını zamanımıza taşıyarak, pergelin sivri ucunu hakikatin merkezine yerleştirerek, diğer ucunu da bugüne kadar evrensel aklın ürettiği alanda dolaştırarak ve bugünün gelişmiş akli melekeleriyle, tecrübeleriyle yoğurarak, kararan dünyamızın üzerinde yeni bir güneş gibi doğduracak bir potansiyelimiz varken ucuz olana, gayri insani, gayri ahlaki olana tevessül etmenin bir anlamı olamaz.
İslamın yönetime dair temel esasları olan emaneti, adaleti, liyakati, istişareyi ve maslahatı gözeterek dünyanı en mutlu, en müreffeh toplumunu inşa etmek asla zor değildir. Burada önemli olan ilk önce irade etmek, sahih, sağlam bir niyette bulunmak ve bunu şümullü, esaslı bir harekete, inkılaba dönüştürmektir. Bir müslüman idareciden, liderden beklentimiz budur, vatandaşlara din / inanç / ideoloji dayatmak değildir.