Son 15 yılda şahit olduklarımız üzerinden, yolsuzluğun mevcut siyasi iktidarın bir alameti farikası haline geldiğini söyleyebiliriz. 1995 yılından bu yana “Uluslararası Şeffaflık Örgütü” tarafından her yıl yayımlanan yolsuzluk algılama indeksinin 2023 yılı raporu da bunu tevsik ediyor.
Ne yazık ki, her raporda biraz daha altlara düşen Türkiye, 2023 indeksinde 180 ülke arasında 34 puanla 115. sırada yer alıyor. İndeksin web linkini yazımın altında paylaşacağım. Orada göreceksiniz ki, Türkiye’nin altındaki ülkeler, Afrika, Güney Amerika, Güney Asya gibi totaliter rejimlerle idare edilen üçüncü dünya ülkeleridir.
Siyasal rejimin gerek sosyal ve gerekse iktisadi yapı üzerinde çok belirleyici olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Totaliter, baskıcı rejimlerle idare edilen ülkelerde ne sosyal ne ekonomik ve ne de sanatsal /estetik bir ümrandan bahsedilemez.
Şimdi tekrar aynayı Türkiye’ye tutalım. 2017 yılında yapılan referandumla Parlamenter düzenden “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” gibi ucube bir idari sisteme geçildiği günden bu tarafa istisnasız bütün sosyal ve ekonomik değer skalaları aşağıya doğru seyretmeye başladı. Hiçbir alanda olumlu bir gelişme söz konusu olmadı. Bu durumun mercek altına alınıp araştırılması, incelenmesi ve analiz edilmesi gerekmez miydi? Bir ticari şirket bile her yılın sonunda bir bilanço analizi yapar ve gelecek planlamasını buna göre şekillendirirken ülkemizin bir şirket ciddiyetiyle bile idare edilmediği anlaşılıyor.
Eski dönemlerde az çok çalışan, işlev gören bir yasama meclisi vardı. Şimdi halkın sırtına yük olan bir yapı olmaktan ileri gidemiyor. Bu sistemde TBMM’nin millet adına denetim yetkisinin tamamen tırpanlanmış olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz.
Ya denge-denetim kuruluşlarıyla birlikte yargının işlevsel, şeffaf ve bağımsız çalıştığını iddia eden çıkabilir mi?
Bir devleti, demokratik sistemi, hukuk düzenini ayakta tutan üç sac ayağını teke indirirseniz o devletin kubbesini ayakta tutamazsınız.
Şimdi gelelim en kahredici yolsuzluk mevzuuna…
Yunus Emre Vakfı ile ilgili daha önce de yazmıştım. O günden bu tarafa her gün bir takım usulsüz tanzim edilmiş sahte fatura ve belgelerle vakfın içinin boşaltılmış olduğu ortaya çıkartılıyor.
Daha önceki yazıma yorum yapan takipçilerimden biri aynı yolsuzluğun “Maarif Vakfı’nda da söz konusu olabileceğine dikkat çekmişti. Malum, bu tür baskıcı rejimlerde ancak mızrağın çuvala sığmayan kısmı açığa çıkabilir. Şimdi sadece aysbergin su yüzündeki kütlesini görebiliyoruz.
Bir vakfın devletten aldığı gelirler üzerinden yolsuzluk yapmak ne anlama geliyor? Diğer yolsuzluklardan ne farkı var?
Elbette her yolsuzluk hukuksuzluktur, ahlaksızlıktır, haramdır ama bir vakfiyeden çalmanın iktisadi sonuçlarıyla birlikte önemli sosyal sonuçları da olacaktır.
Bu durumu birebir şahitlik ettiğim yaşanmış bir hikâyeyi naklederek izah edeyim:
1990’ların sonlarıydı. Bir müfettiş arkadaşımla birlikte Manisa İlinin genel denetimini yapıyorduk. Bir gün Gölmarmara ilçesine sağlık kurum ve kuruluşlarının denetimi amacıyla gittim. Gölmarmara ismini daha önce duyduğum için ilçe merakımı celp etti. Önce bir sağlık merkezi veya ocağı gibi sağlık hizmeti sunan hastaneye vardım. İlk dikkatime çeken şey, hastanenin içinde inşa edildiği her tarafını dikenlerle kaplı bahçesi oldu. Bu arazı ve bina hastane / şifahane amacıyla bir hayırsever tarafından vakfedilmişti. Kurumdaki sağlık hizmet sunumu istenilen düzeyde değildi. Düşük kapasitede çalıştığı için denetimi kısa sürmüştü. Kalan sürede merakımı gidermek için ilçeyi dolaştım. Bana rehberlik eden sorumlu hekim, ilçe hakkında kısa bir bilgi verdi. İlçenin tarihçesinin çok eski olduğunu, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde ilçedeki ümrandan bahsedildiğini, ilçe merkezinde Selçukilerden kalma camilerin bulunduğunu söyleyince görmek istedim ve önce ilçenin Sultanahmet’in minyatürü sayılabilecek camisine gittik. Müftülük idari birimi de caminin avlusundaydı. Müftü bey bize ilçenin tarihçesi hakkında biraz malumat verdikten sonra şunu söyledi: “Müfettiş Bey, çay demleninceye kadar arkadaşlar sizi ilçeye ismini veren Marmara Gölüne götürsünler. Orayı gördükten sonra ilçenin sosyal ve ekonomik trajedisini size izah edeyim.”
Dediği gibi yaptık, göle gittik, gördüğümüz şuydu: Artık virane olmuş balıkçı barınakları, terk edilmiş, parçalanmış balıkçı tekneleri ve daha kötüsü, suyu çekilmiş, kamış kaplamış ve sivrisinek üreten göl…
Döndükten sonra müftü bey hikâyeyi anlatmaya başladı.
“Osmanlı döneminde bu ilçede çok sayıda vakfiye varmış ve oradaki arazilerin önemli bir kısmı bu vakıfların mal varlığındaymış. Gölden Ege bölgesinin en kaliteli tatlı su baliği yetişirmiş. İzmir dahil olmak üzere komşu illerin tatlı su balığı ihtiyacını karşılayan bir rezerve sahipmiş. Dolayısıyla buranın halkı da balık ticaretiyle uğraşarak önemli bir zenginleşme temin etmişler.
Tahminen 1940’lı yıllarda yöre halkı o vakıf arazilerini talan edip, mülkiyetlerine geçirip mal edinmişler. Halbuki bu vakıfların mal varlığında bulunan her değerin senetleri var. Nasıl edinildiği, hangi amaca mebni kullanılacağı / tasarruf edileceği bu senetler de yazılıdır ve her senedin sonunda da bu amacın dışında kullanılması halinde beddua yer alır.
İşte vakıf arazilerine el koyarak zenginleşen halk burayı terk ederek daha çok zevk u sefa içinde yaşayabilecekleri İzmir’e göç etmiş. Yaklaşık 30 bin nüfusluk ilçenin nüfusu bugün sekiz bine düşmüş durumda ve halen de göç veriyor. Tarihi camileriyle şöhret bulmuş şehirde bugün 15’e yakın meyhane var. Eskiden tatlı su baliği üreten göl bugün sivrisinek üretiyor. Artık balıkçılık tamamen öldü.”
Bu hikâye bize ister istemez Rad Suresinin 11. Ayetini hatırlatıyor:
“Siz nefsinizde olanı değiştirmedikçe Allah üzerinizdeki nimeti değiştirici değildir.”
Müftü bey bu ayet muvacehesinde süreci soyutlamıştı, bu sosyal ve ekonomik çözülmeyi vakıf mallarının halk tarafından talan edilmesine bağlamıştı.
Hikâye bana ilginç geldi. O günden bu yana toplumsal olayları değerlendirirken nesnel dinamiklerle birlikte sosyal yasaların ışığında bakmayı yeğlerim.
Bugün Yunus Emre Vakfında olup bitenler yine o sosyal gerçekliği hatırlattı. 15 Temmuz’dan bu tarafa hukuka aykırı olarak binlerce insanın şahsi mallarına ve vakıf benzeri kurumsal yapılarına el konuldu ve şarta bağlı bağışlarla kurulan yapılar şartnamelerde yasaklanan amaçlarla kullanılmaya başlandı. Sonuç olarak büyük bir hüsran ve maddi-manevi çöküş ile karşılaşıldı. Her kurum ve kuruluşun bir ruhu vardır. O ruhu öldürürseniz, amacını hükümsüz bırakırsanız orada önemli bir sosyal çözülme ve çürüme başlayacak demektir.
Geçenki yazımda da ifade etmiştim: Vakıf bir sivil hayır kuruluşudur ve dolayısıyla insanların özgür iradeleriyle yaptıkları bağışlarla amaçlarını gerçekleştirir. Halkın bütçesinden ayrılan ödeneklerle, desteklerle vakıfçılık yapılmaz. Yapılsa da işte Yunus Emre Vakfındaki gibi sonuçlanır.
Siyasal iktidar meşru, gayri meşru; yasal, yasal olmayan; helal, haram hesabı yapmadan keyfince icraatlarda bulunarak toplumsal dönüşümün (değişim değil) yolunu açtı. Ve şimdi vakıfların mallarını bile talan edecek bir sosyal ve ekonomik felakete tanıklık ediyoruz.
Daha ne olmasını bekliyorsunuz?
Kuru bir hamaset dalgasının ötesinde bana iyi, güzel, hayırlı bir gelişmeden bahsedecek birileri çıkar mı?
Peki, halen neyin savunuculuğunu yapıyorsunuz? Bozulmuş, çürümüş, mefluç hale gelmiş kirli bir siyasal düzenin mi?
Toplumun teslim olduğu bu kötülük illetinden nasıl kurtulacağımıza dair bir reçetesi olan kişi veya kuruluşlardan gelecek çözüm önerilerinin behemehal ortaya konulması ve tartışılması bugün en acil meselemiz olmalıdır.
Aksi halde bu gidişin hiç de hayra alamet olmadığı cümlenin malumudur.