İran’ın adil hükümdarlarından Nuşi Revan Adl’in veziri, akılca meşhur Büzürcmehr’e sormuşlar:
Neden ulema (alimler), ümera (yöneticiler) kapısında görünüyor da, ümera ulama kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim emaretin (amirlik, yöneticilik) fevkindedir (üstündedir).”
Cevap: “Ulamanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani, ümera, cehaletinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, âlimlerin kapısına gidip ilmi arasınlar. Âlimler ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümera kapısında arıyorlar.
İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında fakirlik ve zilletlerine sebep olan zekiliklerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikçe cevap vermiştir.
Adette olan; İlim sahiplerinin yöneticilerin kapısına, ayağına gitmesi değil; tam aksi yöneticilerin ilim sahiplerinin ayağına gelmeleridir. Eğer tersi vuku buluyorsa orada ilim adamı itibarsızlaşıyor ve zillete düşüyor demektir. Ne zaman ki ulema ile ümera arasındaki bu ilişkinin dengesi bozulacak olursa bilinizki o toplum bozulmaya ve kokuşmaya başlamıştır.
Bugün toplumumuzun geçirdiği değişim sürecini okumak açısından bu husus belki de birinci sırada yer alıyor. Her gün insanlar ekranlardan toplumsal değişimi ifade anlamında o kadar tumturaklı ifadelerle entelektüel birikimini göstermeye çalışırken belki de en önemli sosyolojik gerçekliği ıskalıyorlar. Ne zaman ki bir toplumun âlimleri olarak bilinenler (aydın/kanaat önderi) sahip oldukları ilmi güce karşı dengeleyici bir unsur olarak kullanmayıp, güce ve iktidara yaslanmak, tabasbus etmek ve ondan dünyaya dair bir takım menfaatler temin etmek için kullanıyorlarsa orada denge ve denetim mekanizmaları meflûç (felç) olmuş demektir. Buna tevessül eden âlimler zillete duçar olurlar. Toplum arasında itibarsızlaşırlar. Âlimlerin bu zillet hali topluma yansır. Çünkü toplumları aydınlatanlar âlimlerdir. Eğer alimler de bozulmuşsa, zillete düşmüşse o toplumda zillete ve sefahate düşer.
Emeviler döneminde yine rikkate dokunan bir kıssa anlatılır. Çevresinde ehli takva olarak bilinen bir âlim vardır. Samimiyetinin / ihlasının bir sonucu olarak tabileri, dinleyicileri, sevenleri gün geçtikçe artıyor. Bu da saray çevresini rahatsız ediyor. Direk müdahale farklı aksülamele sebep olabilir diye çare aramaya başlıyorlar. ‘Şeytanın sağdan yaklaşım’ taktiğine müracaat ediyorlar. Saray erbabından birisi, “Bu işi bana bırakın! Ben bunun tılsımını sıfırlayacağım.” Kendisine yetki verilir.
İlk olarak sözkonusu âlim zata gidip;
“Efendi hazretleri! Sizler bu insanlara sohbetlerde bulunup onları ihya ediyorsunuz ama bu insanlardan çok saray erkânının bu sohbetlere ihtiyacı var. Hiç olmazsa haftanın bir gününün bir vaktinde gelip saray ehline de vaazı nasihatte bulunsanız.”
Bu daveti samimi bir çağrı gibi gören âlim zat daveti kabul ediyor ve haftada bir gidip saray ehline de sohbetlerde bulunuyor. Birkaç hafta böyle devam ettikten sonra aracı kişi, ulemaya; ‘Efendim, saray ehli sohbetlerinizden o kadar çok etkilendi ki, talep ediyorlar; ‘her gün gelip sohbetler yapsa bize’ diyorlar. Âlim zat farkında değil ama halı ayağının altından yavaş yavaş çekiliyor. Ve o da artık saraya ısınmaya başlıyor. O tekliflerini de kabul ediyor. Bir gün yine aracı zat âlime şu teklifi götürüyor; ‘Efendim, halifemiz, sizleri sarayda ikamet ettirmek istiyor. Bu gidip gelmeler sizi yoruyor. İlmine hürmeten sizi burada ikamet ettirip, maişet bağlamak istiyor.’ Âlim bu teklifi de kabul edip saraya yerleşiyor. Her ay düzenli olarak gidip muhasebe memurundan maaşını alıyor. Fakat memur maaşını verirken, biraz işi sürüncemede bırakıyor, isteksizce veriyor. Bir gün bahsekonu âlim zat dayanamayıp sebebini soruyor. Muhasebe memuru kendisine; ‘Allah aşkına siz burada bu maaşı hak edecek ne iş yapıyorsunuz?’ diye sorarr. Evet, aldığı cevap yazımızın özet cümlesi; ‘Ne demek ne iş yapıyorsunuz? Ben bu maaşı hak etmek için ilmimi, izzetimi ve dinimi sattım.’
İşte ulemaya kurulan tuzak ve zillete düşmüş haline trajik örnek.
Bugün polemik konusu edilmeyeceğini bilsem ve bana, benzer kişilerin isimlerini say deseler, herhalde güce ve iktidara tabasbus edip izzetlerini ayak altı eden onlarca insanın ismini sayardım.
Son dönem Osmanlı Sadrazamı Said Halim Paşa da Osmanlı’nın yıkılış amillerini sayarken başa bu ‘ulema ve vüzera’ ilişkisini koyuyor.
Ne yazık ki, ‘tarih ders alınmak için yazılır.’ derler ama bizim tarihimiz ise kendini hep tekrarlıyor. Akılsızların (akıllarını kullanmayanların) tarihi böyle tekerrür ediyor demek.