Türkiye’nin cumhuriyete, demokrasiye, çok partili siyasi rejime geçişi halkın güçlü talebinin ve mücadelesinin bir sonucu değildir. Bu tercihler, Türkiye devletinin elitlerinin masa başında aldıkları kararların meclis onayı ile ilan edilmesi ile hayata geçmiştir. Halk iradesinin tecellisi olarak kabul edilmediği için de cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde demokrasi ve hukuk devleti anlayışı halktan gerekli desteği ve talebi görmemiştir. Demokrasi, sadece azınlık bir elitin elinde kendi iktidarlarını korumanın bir manivelası olarak varlığını sürdürmüştür.
Demokrasi ve onun en önemli enstrümanlarından biri olan çok partili rejime geçişe hep ihtiyatla yaklaşılmış, daha sonra biraz da Avrupa’ya öykünmeyle Atatürk’ün inisiyatif ve kontrolü altında CHP dışında bir parti kurdurulmuş ve ne yazık ki, kurdurulmasıyla kapatılması aynı yıl gerçekleşmiştir. Ondan sonra 1946 da Demokrat Parti’nin kuruluşuna kadar yeni partiler kurulmuşsa da hiçbirisi uzun ömürlü olmamıştır.
Ülkede demokrasi, hukuk devleti ve çok partili sistem, halkın mücadele vererek, bedel ödeyerek ulaştığı siyasal değerler olmadığı için sadece üst otoritenin iradesiyle içi doldurulmadan, kültürel ve hukuki bir muhteva kazanmadan halka sunulmuştur. Bu da halk tarafından sindirilememiş, hazımsızlığa sebebiyet vermiştir. Bu anlamda hiçbir zaman öykünülen batılı yönetimlerin hukuk ve demokrasi çıtasına ulaşılamamıştır. 1946 ve sonrasında aşiret kültürü fırsat verdikçe çok partili bir siyasi rejime geçilmişse de kültürel, hukuki, ahlaki bir muhtevadan mahrum kaldığı için bir türlü sağlam bir sisteme kavuşmamıştır.
1960 darbesinden sonra çok partili rejim yeni bir forma erişmiştir. Ortanın solunda CHP ve sağında da AP, adeta siyaset alanını kendi aralarında ikiye bölmüşlerdi. Müesses nizamin bekçileri de her ne kadar birbirlerine siyasi muarız olarak görünüyorsa da temelde aynı paradigmalara sahip bu iki partinin dışında kurulan her partiyi rejime bir tehdit olarak görmüş ve siyasi hayatiyetlerini uzun süre sürdürmelerine fırsat vermemiştir. Dolayısıyla yeni kurulan partiler her ne kadar bu iki ana kanattaki partiyle aynı siyasi hedefleri paylaşmıyor olsalar da bu ikisinin çatısı altında siyaset yapmaya zorlanıyorlardı. Bu anlamda hiçbir parti istikrarlı bir program ve ona uygun bir politika üretememiş, halk dalkavukluğuna prim veren popülizme teslim olmuştur.
Cumhuriyeti kuran irade asker kökenli bir kadro olduğu için cumhuriyeti ve demokrasiyi koruma ve kollama görevini de TSK’nin inisiyatifine bırakmıştı. Dolayısıyla silahlıların gölgesi daima demokratik düzen ve anlayışın üzerinde bir korku bulutu olarak durmuştur. Gelişmiş demokrasilerde örneği olmayan bu anlayış ve uygulama daha sonraları askerlerin sık sık kendilerine vazife çıkartıp siyasal düzene el koymaları ve halkın iradesini askıya almalarıyla sonuçlanmıştır. İkide bir kesintiye uğrayan demokrasi kendisini baştan tekrar inşa etmek istemişse de askeri vesayet hiçbir zaman buna imkan vermemiştir.
Bu minval üzere ağır aksak işleyen demokratik parlamenter sistem bugün sağda AKP, MHP ve solda CHP ve DEM Partileri arasında deveran eden ve ilimden, hikmetten, gerçeklikten kopuk bir siyasi atmosferi ortaya çıkartmıştır. İriyarı iki parti ve onların sağında, solundaki bir iki yavru siyasi parti adeta hazine arazisi üzerinde kendi gecekondularını (siyasi egemenliklerini) tahkim etmiş ve kendileri dışında bir siyasi rakibin çıkmasına, onların belirledikleri ve korumaya aldıkları alan üzerinde yeni bir yapının inşa edilmesine, yeni bir siyaset mimarisi geliştirmesine fırsat vermemiştir.
Ancak artık onların yaşlanan siyasi gövdelerine güve girerek kemirmekte ve ölüme yaklaştırmaktadır. Halkın güvenini önemli ölçüde yitiren bu partiler mukadder olan ömürlerinin son zamanlarını yaşamaktadırlar.
Bu çürüme ve tükenişi gören siyaset pazarlamacıları, simsarlar hemen güçlü bir sermayeyle pazara girip inisiyatif alıp boşluğu doldurduklarına kitleleri efsunlayarak inandırmaya çalışmaktadırlar.
Bu kompozisyonda namuslu, ahlaklı, erdemli insanlar hangi imkanlarla inisiyatif alıp, güç oluşturup bu kirli, şaibeli, ahlaksız siyasetle mücadele edebilirler, yarışabilirler? Bugün siyasetin temel sorusu budur.
Her vesileyle ifade etmeye çalıştığım husus, “siyaset kurumunun yaslandığı yasal düzen, gelenek, kültür ve ahlak tashih ve ıslah edilmedikçe bu ülkenin, toplumun felahı mümkün değildir.” Kurulan, inisiyatif alan her yeni siyasal örgüt siyasal programlarına bu hayati soruya verilecek cevapları yerleştirmedikçe topluma o güveni veremez.
Bugün yapılan anketlerde kararsızların oranı cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine erişmiş durumda. Halk gelecekle ilgili umutsuz ve kararsız. Bu durum elbette hayra alamet değil. Bu umutsuzluk ve partilere duyulan itimatsızlık kronik hale gelince gelecekte büyük toplumsal travmaları da tetikleyecektir. Politikacılara duyulan itimatsızlık ivme alarak toplumsal bir itimatsızlığın iklimini oluşturabilir. Hemcinslerine duyulan güvensizlik öyle bir seviye kazanır ki, Allah muhafaza mabuda duyulan kör bir itimatsızlığa bile inkılap edebilir.
Siyasetin iki temel bloğu (AKP, MHP-CHP, DEM) dışında kalan ve önemli bir siyasal başarı gösteremeyen partilere de bu vesileyle bir çağrıda bulunuyorum. Eğer derdiniz, AKP veya CHP listelerinden seçime girmek, mecliste temsil edilmek, kürsülerde nutuk çekmekse bu siyasetiniz toplumun derdine derman olmayacaktır.
Ne olursa olsun hedef, kazanmaya odaklı bir siyaset yerine siyaset kurumunu bu iki iri gücün vesayetinden çıkarıp hukukun sınırladığı, gayri meşruluğun, gayri ahlakiliğin yer almadığı güvenli bir alana, baştan aşağıya ıslah edilmiş, ilme ve ahlaki değerlere istinat etmiş bir siyasal yapıyı inşa etmeye odaklanmak olmalıdır.
Böyle bir siyasi tasavvurun gerçekleşme ihtimalinin imkan dahilinde olmadığını iddia edip itibarsızlaştırmaya çalışacak olanlara sorum: Sizler neyi öneriyorsunuz? Bugüne kadar sürdürülen hastalıklı yapının bu hal üzere devam etmesini ve ülkenin başını yerden kaldırmamasını savunmaya devam mı edeceksiniz?