İnsanoğlunun en büyük zaaflarından birisi yüreğindeki boşluğu fıtratın gereği ve dozajı yerine, sonradan iradi olarak öğrenilen bir başka şeyle doldurma isteği ve arzusu!.. Bu mal, mülk, şan, şöhret olabileceği gibi insana duyulan aşırı sevgi de olabilir. Bu aşırı sevgi ve muhabbet insanı haktan ve adaletten ayırabilir. Onun için de Cenab-ı Allah insanoğlunu sık sık uyarmıştır, ikaz etmiştir. Dinin müminlerine bir sevgi çıtası koymuştur; Dünyalık sevgilerin hiçbirisinin Allah ve Resulüne duyulacak sevgiyi aşmaması tembih edilmiştir. Çünkü Allah ve Resulüne duyulacak üst sevgi, müminleri her türlü zaaftan, haksızlık, hukuksuzluktan alıkoyacak ve hiç kimsenin kölesi ve kulu kılmayacak. Bir bakıma Rabbine karşı kişisel kimliğini inşa edecek. Birey olarak Allah’ın huzurunda şerefini idrak edecek.
Hz. Peygamber kendisi de dahil olmak üzere kişilerin kültleştirilmemesi için arkadaşlarını uyarmıştır.
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni batıl ve aşırı surette methettikleri şekilde övmeyin! Ben ancak Allah’ın kuluyum. Bana ‘Allah’ın kulu ve Rasûlü’ deyin!”
Hıristiyanların Hz. İsa’yı övmede aşırı gitmelerinin vardığı son nokta onu ilahlaştırmak olmuştur. “İsa Mesih anlayışından Meryem’in oğlu İsa kavramına dönmek, Hz. İsa’yı ilah olmaktan uzaklaştırmaktır.” Onlar övgüde aşırı gidip Tanrıça ve İlah oğlu anlayışına saptılar. Oysa Yüce Allah Nisa 171’de, “Ey Ehl-i Kitab; dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih; Allah’ın peygamberi, O’nun Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.”
Evet, bir vaka üzerinden insanoğlunun sapmalarına karşı uyarı ve ikaz!.. Peki, insanoğlu bu ikazı dikkate aldı mı, ders aldı mı? Bu tehlikeye düşmemek adına sevgi ve nefretlerini adalet terazisinde tarttılar mı? Ne yazık ki bu sorulara olumlu cevaplar veremiyoruz. Liderlerine, imamlarına, şeyhlerine, aile bireylerine, popüler/karizma şahıslara v.s. duydukları sevgi/aşk insanoğlunu o sevginin/aşkın kölesi ve esiri haline getirebiliyor.
Burada yine Hz. Peygamber üzerinden bir gerçekliğe daha vurgu yapma ihtiyacı duyuyorum; Malum, yaşarken hiçbir arkadaşına aşırı sevgi ve muhabbet gösterisinde bulunmamıştır. Sadece bazı arkadaşlarının takdire şayan hallerini methetmiş ve onlara bu mümeyyiz vasıflarına uygun lakaplar takmıştır (Ebubekir Sıddık; Ömer’ül Faruk gibi). Kendisinden sonra da veliaht bırakmamıştır. Şimdi ufak bir beyin jimnastiği yapalım; Eğer Allah, Peygamberin vefatından sonra arkadaşlarından birinin selefi olmasını murat etmiş olsaydı mutlaka onu Resulüne ihsas ederdi ve Hz. Peygamber de vefat etmeden önce bu ismi bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklardı. Ancak öyle olmadı. Herhangi bir isim belirtmediği gibi ima yollu bir şey de ifade ve ihsas etmemiştir. Bu mevzu ile ilgili bazı izahlar ve yorumlar bana biraz zorlama açıklamalar gibi geliyor. Acizane kanaatim o ki, Hz. Peygamber Rabbinden aldığı mesaj üzere kendisinden sonra veliaht tayin ve ihsas etmemiştir. Arkadaşlarının / talebelerinin kendi ihtiyarlarıyla / reyleriyle yeni düzenlerini kurmaları ve kendi ayakları üzerinde durmalarını uygun görmüştür. Zamana, mekana ve maslahata göre rey ve içtihatta bulunmaları; Kişi kültü ve karizması üzerinden değil, sistem, prensip, kural ve kaideler üzerinden yönetim inşa etmeleri murat edilmiştir. Bu anlayış Hz. Osman’a kadar devam ettirilmiş. Ve sonrasında ise istikametten sapılmış; murada uygun düşmeyen saltanat dönemi başlamıştır. Bu da İslam coğrafyasının kıyameti olmuştur. Kanlı ve zalim yeni bir dönemin açılmasına yol açmıştır.
İslam anlayışında karizma ve lider kültüne reddiyenin en bariz örneklerinden biri de ‘Talud’ meselesidir. Malum, İsrail oğulları Peygamberlerinden, zalim ‘Calud’a karşı savaşmak üzere başlarına bir komutan tayin edilmesi için Allah’tan niyazda bulunmasını talep ederler.
Peygamberin duası neticesinde Allah, ‘Talud’u komutan olarak tayin ettiğini bildirir.
Peki, Talud kim?
Tabir caizse kenar gecekondu mahallesinden fakir bir ailenin çocuğu. İsmi sanı duyulmamış bir garip. İsrail oğulları bu tayine itiraz ediyorlar.
İtiraz gerekçeleri ne?
Biz soyluların / aristokratların bu kadar boylu poslu, yakışıklı, güçlü, asil delikanlıları varken neden gecekondu mahallesinin Talu’du?’ İtiraz, bildiğimiz, tanıdık bir itiraz. İlla da şöhretli, popüler, tanınan, bilenen olacak. Çünkü insanoğlunun kadim zaafıdır bu.
Evet, çoğunun ezberine karşı
İslam pratiğinin gerçekliğidir bu.
Bu günümüze geldik ve yine asırlardır insanoğlunun kadim anlayışı olan ‘karizma
lider’ arayışı bugünlerde yine nüksetti. Her siyasi kriz döneminde adeta İsrail
oğullarının talebi gibi göklerden tayin edilecek, işaret edilecek karizma
liderler aranıyor. El değmesiyle bütün meselelerimizi çözecek tılsımlı /
kerametli lider aranıyor. Yine İsrail oğullarının talebini yineliyorlar;
‘meşhur /popüler; zengin/varlıklı; tanınan/bilinen olsun.’
Karizma veya lider merkezli siyasal oluşumlar liderlerinin bir şekliyle siyasetten çekilmeleriyle kurucusu oldukları siyasal organizasyonları da kanuniyete tabi olarak partiler mezarlığına yolcu ediliyorlar. Aslında onlar siyasi konjonktürlerin partileriydi. Karizmanın gölgesinde bir yere kadar tırmandılar ve daha sonra hızla irtifa kaybederek tarihe siyasi malzeme oldular. Bunların saflaşmış bir siyasi tabanları da oluşmuyor. Çünkü onlar partiye değil lidere bağlanmışlardır. Lider gidince parti de siyasi mevta oluyor. Özal ANAP’ının olmadığı gibi Erdoğan AKP’sinin de bir siyasal tabanı yok. ANAP gibi AKP de, liderle birlikte siyasi mevta olarak partiler tarihinde yerini alacaktır.
Ne yazık ki, bu kadar badireye rağmen kişi kültü değil, ilim, ahlak ve kültür üzerine inşa edilen bir siyasal sistem kuramadık ve her on, yirmi yılda bir, ülke bir çıkmaz sokağa sürükleniyor ve yine geçmişten ders almayarak tekrar başa sarıp devam ediyoruz.
Kişi karizmasına dayanan tüm siyasal hareketlerin akıbeti aynı.
Fakat ne yazık ki, Türkiye siyaseti halen karizma lider arıyor.