17-25 Aralık Türkiye için yeni bir dönemin başladığı tarihtir. Bir iktidarın görev icra etme tarzının o iktidarı sürüklediği, içinden çıkılmaz girdaplara soktuğu, tsunami gibi önüne kattığı her değeri, her güzelliği sürükleyip götürdüğü, yıkan, tahrip eden, yok eden bir felaketin başlangıcı…
Ülkenin bir sistemsizliğe mahkum edildiği, devleti oluşturan kurum ve kuruluşların düzenlerinin bozulduğu, hafızalarının tahrip edildiği, silindiği, yüzbinlerce insanın haksızlığa ve adaletsizliğe maruz bırakıldığı, sosyal, hukuksal, dinsel, ahlaki değerlerin yozlaştığı, itibarsızlaştığı, hukuk kurumlarına olan güvenin azaldığı ve buna paralel olarak ekonomik değerlerin baş aşağı düşüşe geçtiği, yolsuzlukların arttığı, bereketin azaldığı, insanlar arasında ihtilafların, anlaşmazlıkların çoğaldığı, ebeveyn, çocuklar, eşler, akrabalar, komşular, dostlar arasında düşmanlık tohumlarının ekildiği, toplumsal barışın zedelendiği, yuvaların yıkıldığı, dağıldığı, Allah’ın üzerimizdeki nimetlerinin azaldığı bir süreçten bahsediyoruz.
Halen hükmünü sürdüren ve çok partili siyasal sisteme geçtiğimizden bu yana belki de yaşanmış en büyük felaketlerden biri olan bu sürecin nerede ve ne zaman duracağı ya da tersine inkılap edeceğini bilmiyor, yakın zamana dair bir umut ışığı da göremiyoruz.
17-25 Aralık’ta birtakım operasyonlar yapılmış, ciddi kanıtlar ve iddialar ortaya serilmiş ve kamuoyu ortadan ikiye bölünmüştü. İktidar ve taraftarları kendilerine kumpas kurulduğunu, operasyonu yürütenlerin hedeflerinin hükümeti düşürmek olduğunu iddia ederken muhalif çevrelere göre ortaya saçılanlar denizdeki bir aysbergin su yüzüne çıkan kısmı kadardı ve büyük bir yolsuzluk henüz deşifre edilmeye başlanmıştı.
Eski bir müfettiş olarak elbette kamu imkanlarının nasıl hesapsızca yakınlara dağıtıldığı, kifayetsiz, liyakatsiz, ahlaken düşük karakterli siyasetçi, kamu personeli ve müteahhit ortaklaşmasıyla gasp edildiği ve bunun cesametinin ne kadar büyük olabileceği konusunda az çok malumat sahibiydik. AKP’nin kurucu aktörlerinin 2002 Kasımından önceki İstanbul BŞ Belediye uygulamalarında ne tür yolsuzluklara bulaştıklarını da birebir tanık olanlardan dinlemiştim. Ve bu belediye deneyimindeki ahlaki savrulmanın genel yönetime nasıl yansıyacağı ve ne tür sonuçlar doğuracağını tahmin edebiliyordum. Onun için de gücümün yettiği nispette iktidar aktörlerini ve taraftarlarını uyarıyordum. O zamanlarda bütün güçleriyle iktidarın arkasında duran sosyal ve dini yapıları da ikaz ediyordum. Sonradan karşı karşıya gelecek olan cemaatin medya organlarının (Zaman Gazetesi, Samanyolu TV) o günlerde nasıl bir iktidar koruyuculuğu yaptığını hepimiz biliyoruz. Hatta eve geldiğimde eğer Samanyolu TV açıksa ve haber programı varsa eşime söylediğim ilk söz, “lütfen kanalı kapat, artık iktidar goygoyculuğu duymak istemiyorum” olurdu. Gerçekten bu tarafgirlik bıktırıcı, usandırıcı, can sıkıcıydı. Bir gün dayanamadım dönemin Zaman Gazetesi Gn. Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya mail göndererek, “iktidarın bildiğimiz, farkında olduğumuz onca yolsuzluğuna, kayırmacılığına rağmen halen nasıl bu kadar korumacı olabiliyorsunuz?” diye sordum.
Bana verdiği tek satırlık cevap, “şimdi yolsuzluğu konuşmanın zamanı değil.” Oldu. Bu kadar.
Benim gibi devletin omurgasını oluşturan kurumlarda görev yapan denetçiler, müfettişler 17-25 Aralık’tan önce de yapılan yolsuzlukların farkındaydılar. Benim için de 17-25 Aralık’ta ortaya saçılanlar sürpriz olmadı. Ancak ne yazık ki, sonuç itibariyle bunlar gerçekten bir aysbergin su yüzünde görünen kısmıydı. Ne yazık ki, bu büyük yolsuzluk ağının bütün gövdesiyle ortaya çıkması tarafların hesaplarına feda edildi.
O günlerde hasıl olan anafor nedeniyle yine bizler meselenin künhüne bir türlü inemedik. Sanki yolsuzluk sadece 17-25 Aralık’ta ortaya çıkarılanlarla sınırlıymış gibi bir intiba oluşmuştu. Aslında bir bakıma devletin kılcallarına kadar nüfuz etmiş irili ufaklı çıkar şebekelerinin oluşturmuş olduğu yolsuzluk ağının da üstü örtülüyordu, dikkatten kaçırılıyordu.
Zaten bir süre sonra iktidar, “paralel yapı” olarak ilan ettiği kesimin kendilerine tuzak kurduğunu, hükümeti yıkmayı planladığını, sivil darbe yapmaya çalıştığını ilan etmesiyle birlikte kamuoyu ortadan ikiye bölündü. Muhalefetin 17-25 Aralık soruşturmalarıyla iddia ettiği, ileri sürdüğü her şey “paralel yapı”yı savunma olarak isimlendirildi ve neredeyse devlete ihanet olarak takdim edildi.
Sonuçta hasıl edilen bu kaotik iklim, normal, sağlıklı bir tartışma zeminini önemli ölçüde yok etmişti. Büyük yolsuzluk ağının farkında olanlar da iktidarın gerçek dışı yakıştırmalarına, itibarsızlaştırma suçlamalarına maruz kalmak ve üzerlerinde vesayet oluşturulan hukuk kurumlarının gadrine uğramak endişesiyle susmayı tercih ettiler.
Hukuksuzluğun cari olduğu bir iklimde sağlıklı tartışma, müzakere etme imkanı olamaz. Ne yazık ki, 17- 25 Aralık’tan sonra ülkede böyle bir iklim oluştu. Zaten 15 Temmuz’dan sonra da doğru bildiğini ifade etme, savunma hürriyeti, açık veya gizli tehdit ve şantajlarla tamamen baskılandı, engellendi.
Düşünce ve fikir hürriyetinin kısıtlandığı bir toplumda hakkı ve adaleti dile getirmek, savunmak bedel ödemeyi gerektirir. Ne yazık ki, toplumun düşünen, akleden az bir azınlığının dışındaki büyük çoğunluğu bu bedeli ödemeye cesaret edemedi. Bu durum o toplumda daha çok kötülüklerin, yolsuzlukların çoğalmasına vesile oldu. Bugün yaşamakta olduğumuz sosyal, dinsel, ahlaki ve ekonomik yıkımın sebeplerini bu siyasal iklimde aramak lazım.
Sonuç olarak 17-25 Aralık sıradan bir yolsuzluk soruşturması değil, Türkiye toplumunun sosyal, kültürel ve ekonomik anlamdaki olumsuz mahiyetli dönüşümünün miladıdır. Yolsuzluk, bütün değerleri itibarsızlaştıran yok eden bir toplumsal kötülüktür. Eğer o toplumda bu kötülüğe karşı duran dirençli, mücadeleci bir topluluk da yoksa orada güneşi batıyor ve kıyamet yaklaşıyor demektir. HafazanAllah…