Hafta başında bir arkadaşım ziyaretime gelmişti. Sohbet sırasında piyasanın durgunluğu ve iş yapamamaktan şikayetçi olduğunu ifade etti. Aylık zarar miktarını söyledi ve yılsonuna kadar direneceğini ve gerekirse yılsonu işleri tasfiye edeceğini söyledi ve “işler açılır mı?” sorusunun ardından, ekonominin ne zaman hız kanabileceği noktasında kanaatimi sordu.
Cevabım kısa oldu. Ekonominin hız kazanmasının, yatırımcının yatırım yapmasının, tüketicinin ihtiyaçlarını ertelememesinin tek bir yolla sağlanabileceğini ifade ettim. Bu ise “güven” idi. Güven’in sağlanması ise ancak ve ancak demokratik hukuk devletinin normlarının uygulanır olması, hukuk devleti niteliklerine uygun bir yapılanma ve bu doğrultuda kurum ve kuruluşların olmasıydı. Başta “kuvvetler ayrılığı” olmak üzere, yargı bağımsızlığı, yasaların ve diğer mevzuat hükümlerinin öngörülebilir ve belirli olması, geriye işleyen etkili yasal düzenlemenin yapılmaması, idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine tabi olması ve idarenin işlemlerinde hukukun üstünlüğü ilkesine uyması ile birlikte “temel hak ve özgürlükler”in korunması ve geliştirilmesiyle basın özgürlüğünün sağlanması olduğunu özetle ifade ettim.
Yatırımcının yatırım yapmasının en önemli şartı “sermaye-mülkiyet güvenliği” ve “bilgi güvenliği” olduğu kuşkusuzdu. Sermaye güvenliği ise ancak hukuk devletinde sağlanabilen bir özellikti…Çünkü hukuk devletinde hak arama özgürlüğü uluslar arası mahkemelere kadar varan boyutu da haizdi. Eğer kişilerde; ideolojik saiklerle veya siyasi nedenlerle yargının olumsuz kullanılabildiği, hatta bazen siyaseten sopa olarak kullanılabildiği, mülkiyet hakkına tecavüz edildiği, yargının bağımsız olmadığı kanaati hakim olursa veya yazılı hukuk kurallarının uygulanmadığı, hakkın, hak sahibine teslim edilmediği, yargı düzeninin bozulduğu, yargı süreçlerinin çok masraflı ve sürecin de liyakat eksikliği, sorumluluk duygusu eksikliği, ya da bilgi eksikliği nedenleriyle aşırı uzadığı düşüncesinin hakim olduğu durumda hem yargıya güven, hem de kamu düzenine güven azalması kaçınılmazdı.
Sadece ekonomik gidişin olumluya dönmesi değil, aslında hukuk devletinin tam işlediğine inanılması, toplumsal ahlakı da olumlulaştıracaktır.
Türkiye’de “hukuk devleti” kavramının kağıt üzerinde kaldığı ve toplumun da kurallara uymama alışkanlığı edindiğinin, ahlaki erozyonun hat safhada olduğunun ispatı çok kolaydır. Hukuk Devletinin varlığı ve kuralların da uygulanacağı inancı olmayınca toplumsal ahlakın ne denli bozulduğu açık ve nettir. Geçtiğimiz yıllarda “İmar Barışı” şeklinde bir yasal düzenleme yapıldı, yapılan açıklamada imar barışına toplam 10.5 milyon vatandaşın başvuru yaptığı belirtilerek 31 Aralık 2017 tarihine kadar yapılmış yapıları içeren “İmar Barışı”nda13 milyon kaçak yapı için başvurunun gelmesinin de beklenildiği açıklandı. Hatta “İmar Barışı” 31/12/2017 tarihine kadar olan yapıları kapsadığı halde 2018 yılında hatta 2019 yılının başlarında yapılan yapılar için dahi (kanuna aykırı olarak) başvurdular.
Bu nedir? Neredeyse oy verme hakkında sahip nüfusun yüzde yirmi beşi. İmar Barışı, hukuka aykırı, mevzuata aykırı yapılan yapılara verilen bir af niteliğinde. Yani 13 Milyondan fazla kişi hukuk kurallarına uymamış ki, imar mevzuatı “kamu düzeni ile ilgili” emredici nitelikte. Bu türden bir hukuka aykırı eylemin bu yoğunlukta yapıldığı ve af edildiği dünyada hukuk devleti yoktur.
Ahlak kavramının sadece cinselliğe ve özellikle sadece kadınlara özgülendiği ve kimi zaman etek boyuna indirgendiği halde kamu düzenini bozan 13 Milyon kişi ve binanın durumu sanki etek boyu kadar dahi dikkat çekmemektedir.
Dini jargonu kullanarak topluma yön vermeye çalışan kimilerinin vergi kaçırmak, imara aykırı yapı yapmak, ticarette ve üretimde dürüstlük kuralını ihlal ederek hile yapmaları da çok önemli bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun çok büyük bir kesimi imar barışından yararlanmaları yanında büyük bir kesimi de vergi barışından ya da sigorta vb. kural dışılıkların affından yararlanmaktadır. Bu da dini ve milli kimi niteliklerle övünüldüğü, hamasetin hat safhalara çıktığı ortamda yaman bir çelişki teşkil etmektedir.
Hem ekonomide, hem toplumsal ilişkilerde ve hukukta olması gereken kurallar ve kurallara olan inancın yerleşmesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda toplumsal ahlak ve değer yargısını da akla, bilime ve evrensel değerlere yaklaştırarak, ahlaklı bir toplum olmaya da hizmet edebilecektir. Hamaset yoluyla dini ve milli duygular öne çıkarılarak soyut ve bilimsellikten uzak söylemler her alanda gelişmeleri olumsuz olarak etkilemektedir.
Son bir örnek vererek konuyu noktalamak istiyorum. Türkiye’de çalışmak için kaçak olarak gelen Afganistan ve Özbekistan vatandaşları ile bir vesileyle konuştuğumuzda bu dünyada Müslümanların zorluk içinde ve yoksul yaşamalarının sanki dini bir kural gibi kendilerine öğretilmiş olduğunu da kendilerinden dinledim. Yoksul ve eğitimsiz kesimlerin hurafe dine yoğunlaştığı ve kandırıldığını da bu şekilde gözlemledim. Ki, bu ülkelerin yöneticilerinin hukukun üstün olduğu ülkelere servet transfer ettiği ve lüks içinde yaşadıkları da realite olarak karşımıza çıkmaktaydı.