Sultan IV. Murat henüz 28 yaşında vefat edince yerine Sultan İbrahim getirilir. Sultan IV. Murad, kardeşleri Beyazıt, Süleyman ve Kasım’ı boğdurtmuştur, geriye sadece İbrahim kalmıştır. İbrahim ise annesi Kösem Sultan’ın çabasıyla hayatta kalmış, kafese atılmıştır. Sultan IV. Murat, yönetiminde on bir yaşından yirmi sekiz yaşına kadar altı vezir-i azam idam ettirmiştir. Sultan İbrahim, Sultan Murat’ın vefat ettiğinde, hayatta olan tek şehzade durumundadır. Sultan Murat’ın öldüğüne bir türlü inanmamıştır. Kendisine bir kumpas tertiplendiğini, hileyle idam edileceğini düşünmüştür. Padişah olduğunu haber veren annesi Kösem Sultan ve devlet adamlarına şaşkınlığını şöyle ifade ettiği belirtilir: “Siz bana hile ve tuzak kurarsınız. Bana taht-u saltanat gerekmez; karındaşım sağ olsun; benden ne istersiniz?” Kendisini odaya kilitlemiş; annesinin zoruyla ikna edilerek güç belâ dışarı çıkarılarak, Sultan Murad’ın öldüğüne, cenazesi gösterilince ancak inanmıştır.
9 Şubat 1640’ta tahta oturmuş, 25 yaşında, 18. Osmanlı padişahı olmuştur. Cülus merasiminde başına Hz. Ömer’in sarığı takılmış ve ellerini açarak şu duayı yapmıştır: “Elhamdülillah, Ey Rabb’im! Benim gibi zayıf bir kulunu bu makama layık gördün. Saltanat günlerimde Muhammed ümmetinin hâlini hoş hâl eyle ve bizi birbirimizden hoşnut eyle!”
“Deli” olduğu şeklinde görüşler olsa da deli olmadığı ancak, uzun yıllar kafeste ölüm korkusu ile yaşamış olmasının psikolojik sıkıntılar oluşturacağı da bir realitedir.
Sultan İbrahim’in saltanatının başlarda ilk duasına uygun hareket ettiği gözlenir ama sonlarında ise durum adeta 180 derece değişir. Saltanatının ilk günlerinde devlete tamamen hâkim sadrazam olan Kemankeş (Kara) Mustafa Paşa’nın tecrübesi de olumlu etkendir. Fakat sonrasında, çok sayıda entrikalar ve dalkavukların tesiri ile Kemankeş Mustafa Paşa’yı önce azletmiş ve sonra da idam ettirmiştir.
Sadrazam Kemankeş Mustafa Paşa’nın idamından sonra bu makama oturan Sîmin +Mehmed Paşa, kendinden önceki sadrazamın aksine her hususta padişahın arzularına evet diyerek nabza göre şerbet veren, dalkavukluğu dillere destan olan birisidir. Sultan İbrahim’in bu durumu: “Lalam Mustafa Paşa bazen bana itiraz ederdi ve bu iş akıllıca değildir der idi, senden hiç onun gibi bir söz işitmedim. Bütün sözlerimin tasdik edilmesinin aslı nedir?” diye sormak zorunda kaldıysa da Mehmed Paşa dalkavukluğuna devam ederek: “ Padişahım, siz yeryüzünün halifesi, Allah’ın gölgesisiniz. Aklınızdan geçenler, hep Rabbani ilhamlardır. Söz ve fiil olarak sizden boş ve yanlış şey sadır olmaz. Söyledikleriniz ve fikirleriniz, görünüşte akla yatkın değil gibi olsa da onun altında bazı hikmetler vardır, biz bilemeyiz. Bu yüzden itiraza cesaret edemiyorum” diyebilmiştir (1).
Bu dönemin etkin olan dini-siyasi hareketi de “Kadızadeler” olarak ortaya çıkmış, sarıklarına soktukları misvaklarla hemen tanınan, sürmeli gözlü, ellerinde mercan tesbihlerle sofuluk taslayan ve önüne geleni kafir ilan ederek (kurucusu Mehmed Efendi) semâ ve devran, aklî ilimlerin tahsili, ezan, mevlid ve Kur’an’ın makamla okunması, tasliye ve tarziye, türbe ve kabir ziyareti, cemaatle nâfile namaz kılınması, tütün ve kahve içilmesi, musâfaha ve inhinâ konusunda olumsuz bir tavır almış, bunların tamamını bid’at ve haram saymıştır. Ayrıca Hızır’ın hayatta olmadığını, Resûl-i Ekrem’in ebeveyninin ve İbnü’l-Arabî’nin kâfir olduğunu, Firavun’un imanının geçersizliğini, devlet katında yapılan bazı işler karşılığında alınan paranın rüşvet değil ücret olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kaşık kullanmak ve don giymeye varıncaya kadar uzun uzadıya tartışmalar yapılmış, karşı çıkılmıştır. Aklî ilimleri (matematik, felsefe gibi) okumanın câiz olup olmadığı bu hareket tarafından ileri sürülmüş, Saraydaki baltacılar, bostancılar ve kapıcılardan bazılarını da etkileri altına alıp onlar vasıtasıyla kızlar ağası ile vâlide sultana kadar ulaşmış ve siyasî güç sahibi olmuşlardır (2).
Bu dönemde; sultan, bir gece Yahudi bir cariyenin kendisine anlattığı ‘sarayını samurla kaplayan kral’ masalından çok etkilenerek samur kürküne merak salmıştı.
Valilere fermanlar göndererek Samur ve cinsel gücü arttırıcı amber temin edilmesini emretmiştir. Padişahın bu tutkusu yüzünden samur fiyatları on katına çıkmış, her türlü vergiden muaf olan ilmiye sınıfı için bile samur vergisi konmuştur. Sultan İbrahim, harem odasını ve hatta sarayın pencerelerini bile samur kürkü ile kaplatmış. Samur kürkü vergisi yüzünden bazı tarihçiler bu döneme samur devri demiştir.
Bu dönemde, “Ehliyet ve liyakat” tamamen ortadan kalkmış, her türlü görevler, kadılıklar rüşvetle verilir olmuştur. Bunun sonucu ise enflasyon, işsizlik ve yoksullukla birlikte toplumda adaletsizliğin doğurduğu toplumsal huzursuzluk artmıştır, adalete ve devlete güven eksilmiştir. Tek adamın keyfi uygulamalarının ve bu tarz bir sistemin devam edemeyeceği pratik olarak da ortaya çıkmıştır.
Padişahın son merakı olan samur kürkleri, onun saltanatının da sonunu getiriştir. O dönemde hazinenin büyük bir kısmı hareme harcanmış, askerlerin ulufeleri verilemez olmuştu. Halk ise depremleri ve yangınları padişahın uğursuzluğuna yormaya başlamıştır. Esas olarak iplerin kopması ise, Girit seferinden yeni dönmüş olan Ocak Kethüdası Kara Murat Ağa’nın samur vergisi ödemeyi reddetmesi, yine Galata Kadısının da tavrı fitili ateşlemiştir. Netice itibarıyla devlet erkanının müşterek bir hareketiyle Sultan İbrahim tahttan indirilerek yerine küçük yaştaki oğlu IV. Mehmet geçirilmiştir. Resmiyette böyle görünse de asıl yönetim İbrahim’in annesi Kösem Sultan’ın emrine geçmiştir.
Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’nin ‘iki halife müctemi olduğunda biri katledilmek lazımdır’ diye fetva vermesi siyaseten gerekli görülmüş, bunun üzerine cellatlar ile odasına gidilerek Sultan İbrahim boğdurularak öldürülmüştür.
16. Yüzyılın fotoğrafı aslında tanıdık gibi. Kadızadelerin “devlet katında yapılan bazı işler karşılığında alınan paranın rüşvet değil ücret olduğunu ileri sürmesi” ile “yolsuzluk hırsızlık değildir” cümleleri benzerlik göstermektedir. Aradan geçen asırlara rağmen, halen aklı ve pozitif bilimleri reddedenlerin olması da oldukça tanıdık. Günümüzde hatırı sayılır takipçisi olan bir hoca şunları söylemekteydi: “İyi ki okumamışım okul filan yaa! Belki ben de çok sivri bir akıllıyım, ben de ‘Kuran’ı inceleyelim’ derdim. Öyle, manyaklığın sınırı yok ki. İyi ki okumamışım; şu okullar nasip olmamış, şu diplomalar nasip olmamış. Allah saptırmadı bugüne kadar, bundan sonra saptırmasın. İyi ki Efendi Hazretleri gibi mürşid bulmuşum. İyi ki o beni bulmuş; gerçi çocukluktan ‘Diploma alma Ahmet’ demiş. Söz tutmuşum. Annemi babamı dinleseydim helak olmuştum. Anacığım rahmetli diploma işini çok severdi; ‘ İlla al Ahmet’…Zor yutturuyorduk ona; aldık, alacağız filan… Kadınlar çok sever diploma işini. Hatta bunu çok severler” Bunları söyleyen zat, kadın hemşirelerin elinde MR cihazı ile CT cihazlarına da girmekte, sağlık biliminin ve gayri Müslimlerin ürettiği cihazlarla hastalığına teşhis aramaktaydı…
İlk başta ortaya koyduğumuz kesitten kısa bir süre sonra 1648 yılının Ekim ayının sonlarında, Yeniçeri-ulema işbirliğiyle Sultan İbrahim’in boğdurulması ve IV. Mehmed’in tahta çıkarılmasından sonra Sadrazam Sofu Mehmed Paşa masrafları kısmaya yönelik bir politika izlediği görünümü yaratmıştı. Oysa kendi yakın çevresinde geniş çapta rüşvet ve yolsuzluk olayları vardı. Bu bakımdan Sultan İbrahim dönemine göre fazla bir değişiklik olmamıştır ve bu durum tepkilere yol açmıştır. Sofu Mehmed Paşa cülus için İstanbul’da toplanan sipahilere bazı mali olanaklar vaat ettiyse de, bunlar sipahilerce yeterli görülmemiştir. İsyan hazırlıklarına girişen sipahilere taşradan gelen yenileri katılmıştır. Sultan İbrahim yandaşları da sipahileri kışkırtmıştır. Bu sırada süreleri geçtiği halde göreve atanmayan acemi oğlanları ayaklanmış, Sipahiler bunları da yanlarına alarak 28 Ekim 1648’de Atmeydanı’nda toplanmışlar, Sadrazamın ve Şeyhülislam Abdürrahim Efendi’nin katlini istemişlerdir. Sofu Mehmed Paşa yeniçerilerin yanına sığınmış, Sipahiler sadrazam ve şeyhülislamın azledileceğine ilişkin hatt-ı hümâyun aldılarsa da, yeniçeriler bu kararı tanımamışlardır. Ancak, Sultan İbrahim’in katlinin sorumluluğu da sadrazamın üzerinde kalmıştır. Sadrazam, sipahiler ile yeniçerilerin anlaşmasının sonunu getireceğini ve geleceğini karanlık görmekteydi. Paşa kethüdasına, “Yeniçeriler ile sipahiler birbiriyle boğuşmadıkça bize emniyet yoktur” şeklinde fısıltı ile konuşur. Kethüda, sadrazam paşanın ne demek istediğini anlamıştır. “Bunların arasında ölüm olmazsa birbirleriyle kolay kolay savaşmazlar.” (3)
Barış yanlısı olan ağalar ve ulema son bir nasihatçi olarak Beşinci cemaat çorbacısı Mehmet Ağa’yı yola çıkarırlar. Tam o sırada sadrazam kethüdasının yanından sipahi kıyafetli birileri de nasihatçinin peşine düşerler. Çorbacı meydan girişindeki barikata yaklaşmıştı ki, ellerinde hançer olan sipahi kılıklı iki kişi üzerine atılır. Artık araya kan girmiştir. Yeniçeriler saldırıya geçerler, çok kan dökülür. Daha sonra öldürülen sipahilerin cenaze namazının kılınıp kılınmayacağı tartışma konusu olur. Öldürülen sipahiler için bir süre hainlerin mezarlığı ve cenaze namazları tartışılsa da, daha sonra “sipahiler de bizim kardeşlerimizdir” söylemi geliştirildi.
Dikkat edilirse, bugün de Kadızadelerden daha radikal onlarca “aklı ve bilimi” reddeden, “hukuk ve demokrasi” karşıtı yapılanmaları görebilmekteyiz. Teröre karşı da özgürlükleri genişleterek, hukukun üstünlüğü sağlanarak “hukuk düzenine” daha sıkı sarılarak, toplumsal kültür oluşturulması istikrarı sağlayacaktır. Keyfiliğin ve yargısız infazın varlığı istikrarsızlığın nedenidir.
Mutlu ve müreffeh bir toplum için siyaset, erdemli siyasettir. Erdemli siyaset kısa dönem menfaatler için, uzun dönemde kamu düzenine zarar verebilecek, ahlaka ve hukuka aykırı düzenlemeleri, popülizmi reddeder. Haksızlığı ödüllendirmez. Çevre kirliliğini, kadına karşı şiddeti, kaçak yapılaşmayı teşvik etmez ve affetmez, hukukun evrensel prensiplerine aykırı düzenlemeler yapmaz. Çevreyi kirleten, tarım alanlarını yok eden, imar kirliliğine neden olan gecekondulaşma konusundaki yasaları popülizmden uzaklaşarak süratle hayata geçirir. Toplumda ahlaksızlık ve suç işlemeyi alışkanlık haline getiren ve “af çıkar” düşünce ve geleneğine inanç ortamını ortadan kaldırır. Şeffaflık içinde ve “dürüst” politikalar ile halkta güven ortamının oluşması sağlanır.
Hiçbir tek adam rejimi, hukukun üstün olmadığı bir devlet yapısı içinde, kuvvetler ayrılığının ve yargı denetiminin bulunmadığı keyfi yönetimler, mutlu ve müreffeh bir topluma vücut vermez. Özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, şeffaflığın, hukuki güvenliğin olmadığı, idarenin eylem ve işlemlerinin öngörülebilir ve belirli olmadığı ülkelerde mutluluk ve refah sağlanamaz, ekonomik kalkınma ve büyüme de uzun süreli olamaz. Hukukun işlemediği düzenlerde adalete ve kamu düzenine güven daima azalır.
Toplumların refahı için, demokratik hukuk devleti, kural ve kurumları ile cari olmalıdır. Bu noktada; Anayasa Mahkemesi’nin yerleşmiş hukuk devleti tanımı önemlidir. Şöyleki; “Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuka ve Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, her türlü eylem ve işlemlerinde yargı denetimine açık olan devlettir.” Bu tanıma uygun anlayışı hakim kılmak ve özellikle kahraman aramamak, “kahramanlığın veya erdemin sadece hukuka sıkı sıkıya bağlı kalmakla sağlanacağı inancı oluşturulmak” gerekmektedir. Ülke için bir şekilde “kerameti kendinden menkul” kahraman ve kahramanlar üretilirse, ülkeyi kahramanlardan kurtarmanın daha zor olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Olması gereken sadece kurallar, kurumlar ve işlemlerin hukukun üstünlüğü esas alınarak oluşturulması, ehliyet ve liyakatin esas alınması, nepotizmden ve haksız rekabetten uzak bir toplumsal yaşam sağlanmasıdır. Bu durum refahın ve mutluluğun kaynağıdır. Erdemli siyaset ise yukarıda sayılanları gerçekleştirmeyi hedefleyen bir siyasi anlayıştır.
——————————————————————————————-
- Saray’da üç uzun yıl, Orhan Sakin, Yeditepe Yayınları, s.
- A.g.e.
- A.g.e