Not: Makalenin ilk yazım dili olan İngilizce sürümüne BURADAN erişebilirsiniz.
Şu bizim eski uğraşımız, insanın toplumsallığını açıklama için sergilediğimiz gayretkeş ve hiç bitmeyen çaba, en derindeki anlamları arayışımızın insan toplumunun en derinlerde nasıl çalıştığını ortaya çıkarışımız insan oğlunun en büyük zihinlerinin, büyük düşünürlerin ve filozofların da var olmasını haklı kılan gerekçelerdir.
İnsanın toplumsal bir varlık olarak hareketlerinde reddedemeyeceğimiz ve hatta bazen hayal bile edemeyeceğimiz uyumsuzluklar, iyi ve kötü, adil ve adil olmayan kavramları arasında bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenmesine sebep olan çelişkiler ve toplumu yeniden tasarlama ve en baştan yeniden üretmek için sergilediği eylemler ve bütün bunların yarattığı kaygılar ve sonuçlar, bir toplumu oluşturan “majör” eğilimleri tanımlama denilen o kutsal amaç uğruna bir çok dahinin hayatlarını adamalarına sebep olmuştur. Bu büyük zihinleri bu konuya bu kadar cezbeden bu hedefin erişilemezliği ya da bir sonuca bağlanamazlığı mıdır?
Görünen o ki, yazının bulunması sayesinde ne düşündüklerini bize aktarabilen büyük düşünürler, ve yazıyı hiç bilmedikleri için izlerini sözlü kültüre bırakan büyük düşünürler, insan toplumlarının süregelen mirasına, tarih öncesi, antik ve modern dönemde katkı yapmaya çalışırken, hep bu “büyük” sorulara “büyük” cevaplar arama çabasındaydılar.
İnsan toplumunu okumak için sergiledikleri bitmez çabayı sergileyen bu büyük düşünürlerin, sıradan olanı, minör olanı ve hiç anlatılmayanları gözden kaçırmış olmaları mümkün mü? Yoksa “siyasi” olanı okuma çabaları, sorunu hep “çatışma”nın içerisinden okumalarına sebep olacak şekilde dengesi bozulmuş bir bakış açısının ötesine geçememekle mi lanetlenmişti? Tarih öncesi toplumları, siyasal olanı ürettiği var sayılan”çatışma” üzerinden üretecek şekilde dengeden çıkaran ve bir “majör” toplumsal güç olarak okumamıza sebep olan ve tabii ki “siyasal düşünce”nin odağını buna uygun olarak bozan nedir?
Bu sorulara kolay cevaplar bulamayacağımız baştan belli ama en azından biraz spekülasyon yaparak fili hortumundan tutup tutamayacağımızı anlayabiliriz.
Rousseau’ya göre insan toplumlarında güvensizliği ve diğer kötülükleri ortaya çıkaran “bozucu güç” aslında “mülkiyet” kavramıydı. Bu fikir dikkat çekici zira aynı zamanda John Locke’un toplumun olumlu bir yapı taşı olarak ürettiği “mülkiyet” tanımından farklı bir yaklaşım (Evren, 2015). Belki buradan yola çıkarak “bir şeyi olmanın” veya “bir şeye malik olmanın” arasındaki farkı anlamaya çalışarak biraz daha derine dalabilir ve bir cevap bulabiliriz.
Şurası kesin ki bizi, bizim olan ve bizim mülkiyetimizde olan şeylerle bağlayan her neyse bu bir şekilde doğal var oluşumuzla ilgili olmalıdır.
Dolayısıyla bir şeyi sahiplenme fikri insanın doğal çevresi ile olan ilişkisinin niteliğini ortaya koyan belirli bir özellik olarak da ortaya çıkar.
Konuya Rousseau’ya benzer bir şekilde yaklaşırsak “mülkiyet” bizi tarih öncesi atalarımızdan radikal bir şekilde farklılaştıran bir türe dönüştüren temel güç olabilir. Bu tabii ki “bir şeyi olma” ve “bir şeye malik olma” kavramlarının anlamsal olarak zamanla genişlemesi anlamına geleceği gibi toplumsallığımızın, kültürümüzün ve teknolojimizin ilerleyip evrimleşmesi ile bizim olarak ilan edebileceğimiz şeylerin listesinin de sürekli genişlemesi anlamına da gelecektir.
Bahis “mülkiyet” kavramının ilkel halinden açılmışken başka sorular da sorabiliriz. Sürekli değişen ve gelişen bu mülkiyet kavramının ilk kez ortaya çıkaran şeyin aile, üreme ya da bir çocuğa “sahip” olma, ya da kadın ve erkek arasındaki etkileşim mi olduğunu bilemiyoruz. Yazının olmadığı bu zamanlarda olan biteni tam olarak bilemediğimiz gibi, suum denilen ve bir insanı birey olarak tanımlayan temel özellikleri içeren kavramın nasıl olup da zamanla içine bir toprak parçası, ortak kültür veya gelenek gibi ölçülemeyen şeyleri de içerecek kolektif mülkiyet şeklinde nasıl genişlediği hakkında da pek bir fikrimiz yok. Yine de şunu söyleyebiliriz ki kişisel veya kolektif mülkiyet alanlarının doğumunu sağlayan şey, öteki insanların elimizdekiler üzerinde oluşturduğu tehditle de ilgili olmalıdır.
Suum bir insanın varlığını tanımlamak üzere oluşturulan küre anlamında Stoacılar tarafından üretilmiş antik bir kavramdır. Suum’un neleri içerdiği John Locke gibi aydınlanma öncesi düşünürler tarafından yeniden canlandırılan bir tartışmadır. Cisimlerin insan tarafından nasıl olup da elde edileceğine ilişkin bu eski tartışma antik Yunan’a ve Stoacılara kadar eskiye giden doğal hukuk teorisinin önemli parçalarından birisidir. Bu bağlamda örneğin bir başka adamı soyarak onun sahip olduğu şeyi ele geçirmek, kişiyi yaralamak olarak düşünülüyordu. Bu açıdan bakınca görüyoruz ki suum bir insanın varlığının doğal uzantısı ve/veya eklentisi olarak kabul ediliyordu (Olivecrona, 1974). Uzun bir süre bu alan insanın bedeni ve kendine ait olarak ilan ettiği şeyleri içeren bir alan olarak kabul edildi. Daha sonraları Locke bu kişisel alana “özgürlüğü”de önemli bir parça olarak ekledi.
Aydınlanma öncesi ve aydınlanma düşünürlerin tabiat hali tanımlarını “çatışma” üzerine kurmuş olmalarına şaşırmamak lazım. Bunlardan birisi Thomas Hobbes’tur ve aklımıza hemen onun “Homu homini lupus” (insan insanın kurdudur) deyimi gelir. Locke’un tabiat halinde işler biraz daha sakindir ve kişinin kendi suum’unu (sahip olduğu şeyler dahil) koruma hakkından bahseder. Ya da Rousseau’nun mülkiyet fikri yüzünden ayarı kaçmış sorunlu tabiat hali tanımını görürüz. Görünen o dur ki, her bir mülkiyet başkalarından korunması gereken bir şeydir ki bu da toplumsal çatışmanın dinamiklerini sürekli olarak besleyecektir.
Sorabileceğimiz bir sonraki soru neyin “mülkümüz” olarak kabul edileceği, neyin suum’umuzun yani kişisel alanımızın uzantısı olarak görüleceğidir ki sonuçta onları koruyalım ve korumak için gerekirse savaşalım. Buradan en baştaki problemimize bir bağlantı kurarak yeniden mülkiyet kavramı ile “büyü”k düşünürlerin “majör siyasi düşünce” üretmeleri arasındaki ilişkinin ne olduğunu sorabiliriz. O “majör siyasi düşünce” ki “çatışma” ve “rekabet” ile tanımlanmış ve sınırlandırılmıştır.
Bu noktada biraz daha spekülasyon yapabilir ve “mülkiyetler” konusu ile “kimlik” konusunun ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Kim olduğumuzu tanımladığına inandığımız “kimlikler” de aslında bizim mülkiyet listemizde yer alıyor olamaz mı?
Her ne kadar kimliklerle olan bireysel ilişkimizi genellikle “aidiyet” üzerinden tanımlamaya alışkın olsak da bu noktada bizi kimliklere bağlayan şeyin “aidiyet” değil bizim onları “sahiplenmemiz” olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar “sahip olduğumuz şeyler” dediğimizde aklımıza gelenlerin çoğu maddi ve elle tutulur şeyler olsa da. Yine de elle tutulamayan kavramlar, etnik kimlikler, ideolojiler, dini inançlar, ırk, ulus ve benzeri soyut olmayan ve kimliğimizi tanımlayan şeylerin de bizim tarafımızdan bize ait “sahip olduğumuz” şeyler olarak mülkiyet listemizde yer aldığını söyleyebiliriz. Kişiliklerimizi ve birey olarak varlığımızı mülkiyet listemizdeki bu somut ve soyut şeyler üzerinden yaratır, oluşturur ve tanımlarız.
Aslında “ait olma” veya “aidiyet bu soyut şeylerle olan kişisel ilişkimizi tanımlamaya yetmemektedir. Öyle görünüyor ki kendimizi bu “kimliklerle” ilişkilendirmemiz sanki onlara sahipmişiz ve onları üzerimizde taşıyormuşuz gibi olmaktadır. Sonuçta bu “kimliklerin” tamamı -ırk dahil- aslında birer sosyal kurgudur ve benliğimizin varoluşsal birer parçası değillerdir. Bu kimlikleri ne kadar kolay veya zor olduğuna bakmadan hayatımızın her hangi bir aşamasında bırakabileceğimizi ve yerine yenilerini üstlenebileceğimizi düşündüğünüzde bu belirttiğim noktayı anlamak daha kolay hale gelecektir. Her bir insan kendisine önceden verilmiş veya sonradan edindiği “kimlikleri” reddetme beceresine sahiptir. Sonuçta, bir sosyal kurgu olan bu “kimlikler” eğer kimse onları üstlenmese hiç var olurlar mıydı?
Kendimiz(e) ait hissettiğimiz “kimliklerimiz” gibi soyut olgular “suum” yani kişisel alanımızın dış kabuğunu oluştururlar, kesin olmayan, belirsiz ve sürekli şekil değiştiren bu dış katman aynı zamanda bizi diğerlerinden ayırarak özgün yapan katmandır. Öte yandan somut bir şeye olan “sahiplenmenizi” göstermeniz kolaydır. Eski hukuki tabir ile “zilyetlik mülkiyete karinedir” yani elinde bulunduruyor olman o şeye malik olduğunun işaretidir. Soyut varlıklarınızın size ait olduğunu gösteren şey, onlarla aranızda “mülkiyet” ilişkisi olduğunu işaret eden şey ne olabilir. Bu soyut varlıklara sahip olduğumuzu gösteren bu şey “inanç”tır ve kişi olarak inançlarımız üzerine kurulu bir sahiplenme üzerine inşa edilmiştir. Gündelik yaşamımızda bu “kimliklere” sahip olduğumuza “inanırız” ve bu şekilde inanmayı sürdürdükçe onlara sahip olmaya devam ederiz.
“Çatışma” ve “savaşın” hayaleti işte tam bu noktada, yani suumumuzu tamamlaması için kendi etrafımızda oluşturduğumuz bu inanç ağını fark ettiğimiz anda belirir. Tıpkı gerçek şeylere “sahip” olduğumuza inandığımız gibi, inançlarımızla ilişki kurduğumuz “malik olduğumuz” bu soyut şeyler de tıpkı diğer mülklerimizin olduğu gibi başkalarından korunması gereken şeylerdir. Ve onları korumak için savaşmaktan kaçınmayız.
Sonuçta Jurgen Habermas’ın da söylediği gibi “İnsanoğlunun dünyadaki yerinin ne olduğunu bir bütün olarak açıkladığını iddia eden dünya görüşleri ve dini doktrinler arasındaki mücadelenin algı seviyesinde sona erdirilip, çözülmesi mümkün değildir” (Habermas & Cronin, 2015). Öylleyse bu “majör” yani her şeyi açıkladığını öne süren fikirler arasında bir uzlaşı bulmak da hemen hemen imkansızdır ki bu da yine “çatışmayı” kaçınılmaz kılar.
Bütün bu akıl yürütmelere binaen ve yazının en sonunda şunu iddia edebiliriz ki bütün “büyük” düşünürler, birer insan olarak kendi kimliklerini tanımlayan olgularla “inanç” seviyesinde bir bağlantı içindeydiler. Tıpkı bizim gibi. Ve onlar da bizim yaptığımız gibi dünyayı ve özellikle siyasal olanı basit bir “çatışma” alanı, suumun korunması için çaba sarf edilen bir alan olarak görmekten kaçınamazlardı. Hobbes insanın doğa halinde tıpkı kendi yaşadığı dönemde Britanya toplumunun olduğu gibi kesintisiz bir çatışma halinde olduğunu söylerken, Schimdt kaybettiği savaşla onuru zedelenmiş bir ulusun üyesi olarak kaybettiğini ararken siyaseti “düşmanlık” üzerinden tanımlarken, Ranciere sınıflar üzerinden okumasıyla dünyayı egemenler ve hükmedilenler arasındaki ilişki olarak görürken ve Mouffe siyasetin aslında kaçınılmaz olan “çatışma”nın ıslah edilmesine çabalarken kaçınılmaz olarak kendi suumlarını da koruyacak şekilde düşünüyor olmalıydılar.
Taşıdıkları “büyük (majör)” kimlikler üzerinden dünyayı okurken, sıradan olanı, “minör” olanı, “küçük” olanı bir başka ifade ile toplumu her gün yeniden şekillendiren sıradan siyasetin nasıl çalıştığına çok da dikkat edemediler.
“Büyük” düşünürlerin tıpkı sıradan biz diğerleri gibi taşıdıkları bu önyargıyı, yapıtlarını incelediğimizde de görmek mümkün. Sonuçta bir yandan insanı ve çevresini anlayabilme kaygısıyla çok önemli analitik yöntemler geliştirip, “doğa hali” gibi düşünsel araçlar üretip gözlemler yaparak bilgi dağarcığımıza benzersiz katkılar yaparken, düşünsel süreçlerinin belirli bir aşamasında özellikle bir toplumun aslında nasıl olması gerektiği konusunda kendi idealize edilmiş görüşlerini üretmeye başladıklarında, şu “çatışmacı” “majör” eğilimlerini daha fazla göstermeye başlıyorlar ki bu başka tartışmaların konusu.
Within those “major” identities they carried, it was almost impossible that they would have an eye on the ordinary, the “minor” and the inner daily workings of the politics that shape a society on a daily basis.
KAYNAKLAR
- Evren, M. (2015). Locke ve Rousseau’nun Doğa Durumu ve Mülkiyet Anlayışlarının Karşılaştırılması, Iğdır, Journal of Divinity Faculty, Volume: 6, p.31-44
- Habermas, J., & Cronin, C. (2015). Between naturalism and religion: Philosophical essays. Cambridge, UK: Polity Press.