Türkiye siyasetinde, yeni kurulan ve kurulacak partiler tartışılıyor, konuşuluyor. Avam tabiriyle herkes kendince ‘don’ biçiyor. Şans verenler, vermeyenler tartışmaları, müzakereleri sürüyor. Bu yazıda, bu konuda yapılan tartışmaların tarafı değilim. Sadece bu süreci izlerken yaklaşık 20 yıl öncesine gittim. Yani Tayyip Erdoğan’ın partisinin konuşulmaya başladığı yıllara…
İlham ne oldu?
Tivitır dünyasına bakıyorum; Sn. Babacan henüz partisini kurmamış olmasına rağmen ‘Ali Babacan’ adına fan hesapları açılmış. Misal, ‘Ali Babacan sevenleri; Ali Babacan Diyarbakır; Ali Babacan Mardin; Ali Babacan Konya vb.’ Ayrıca bazı yerlerde yerel teşkilatlar için yer tutulduğu ve tabela asıldığını bile duydum.
Evet, şimdi 20 yıl öncesine gidiyorum; Recep Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağı yönünde kuvvetli söylentiler ve emareler var ama henüz kurulmamıştı. O zaman görevim gereği sık sık yurt içi seyahatlerine çıkıyordum. Hemen hemen gittiğim her ilde partinin il ve ilçe teşkilatlarının kurulması için birilerinin/bazılarının durumdan vazife çıkararak, kendilerini görevli addettiklerini ve bulundukları yerlerin teşkilatlarını gayri resmi olarak kurduklarını, hatta yer tuttuklarını, tefriş ettiklerini gözlemlemiştim. Amaç, parti kurulur kurulmaz herkesten önce davranıp bulunduğu ilde kendisini partinin temsilcisi olarak takdim etmek!.. Bunu da çevrelerine duyurmak suretiyle de kamuoyu oluşturuyorlardı. Ne kadar şık kaçar bilmiyorum ama acizane bunları siyaset simsarları veya pazarlamacıları olarak nitelemiştim.
Dolayısıyla parti kuruluş aşamasından sonra bu simsarlar, kendi tabirleriyle partinin il teşkilatının anahtarlarını getirip genel merkeze veya genel başkana takdim ederlerdi. Yani pazardan parsa kaparlardı.
Yine bir ilde bir dostum sormuştu bana; Bulunduğum ilde il yönetiminde görev almam için davet yapılıyor, ne tavsiye edersiniz’ diye… İlkeli ve karakter sahibi olduğuna itimat ettiğim dostuma, ‘henüz kurulmamış, programı ve siyaset kadrosu tadat edilmemiş bir siyasi örgüte katılmayı ilke ve prensiplerinize yediriyorsanız, buyurun yapın, değilse size yakıştırmam.’ dedim. Sağ olsun o da sözümüze itibar edip o gün parti çalışmaları içinde yer almadı.
İster istemez şu suali soruyoruz kendi kendimize; Türkiye’de insanlar neden bu kadar siyasete hevesliler? Siyaseti bu kadar çekici kılan nedir?
Yıllar önce yine bir seçim öncesinde bir gazeteci gözlemlerini aktarıyordu; ‘Belçika’dan geliyorum. Orada da seçimler var. Parti yönetimleri aday göstermek istedikleri insanların kapılarını çalarak aday göstermek için ikna etmeye çalışıyorlar. Dönüşümde Ak Parti Genel Merkezinin önünden geçtim. Baktım ki, yüzlerce insan adaylık başvurusu için kuyrukta bekliyor.
Evet, şimdi soruyu yineliyoruz; Türkiye’de siyaseti bu kadar cazip kılan tılsım nedir?
Yine yıllar önce birisinin de buna cevabı şu olmuştu:
Türkiye’de insanlar üç amaç için siyaset yapmayı arzularlar; Komisyon, Vizyon, Misyon…
Komisyon için yapanların hiçbir misyonu ve sabitesi yoktur. Önderleri, hocaları, rehberleri Machiavelli’dir. Siyaseti sadece bir amaç için yaparlar: Siyasi, sosyal ve iktisadi çıkar!.. ‘Dün dündür bugün bugündür.’ ilkesizliği, makyavelizmi… Kim parayı verirse, kim çıkar temin ederse onun düdüğünü çalar!
S. Demirel, kendisine ve parti yönetimine her türlü hakareti yaparak partiden ayrılan ‘Koca Reis’ lakaplı Sadettin Bilgiç’i bir yıl sonra tekrar partiye kabul ettiğinde, bazı partililer neden tekrar kabul edildiğini sorarlar. İşte verilen cevap bu ilkesiz siyasetin de resmi oluyor; ‘Bir kelp havlıyorsa bir başka avludan bizim avluya; getirin o kelpi bağlayın bizim avluya havlasın başka bir avluya!’ İşte Makyevel’e bile şapka çıkartır bir söz! Bunlar siyasetin sivrisinekleri, kan emicileridir…
Şimdi gelelim vizyona; Vizyon derken yanlış anlaşılmasın; Düşünsel, fikirsel vizyondan bahis etmiyoruz. Sadece laci elbise, siyah iskarpin, beyaz gömlek ve kravatla toplumun arasında dolaşmak, saygı hürmet görmek; kapısının önünde ziyaretçi kuyrukları oluşturmak; saygı ve ihtiramlarını kabul etmek… Görenler önünde düğme iliklesinler, “vekilim”, “başkanım”, “efendim”, “bakanım” desinler!.. Bunlar siyaseti sadece gösteri sanatı olarak kullanırlar. Siyasete düşünsel ve fikirsel bir katma değer katmazlar. Bunlar siyasetin -affederseniz- eşek arılarıdır. Renkleri parlak ama bal yapmazlar.
Siyaseti misyon için yapanlara gelince…
Bunlar nesli tükenmek üzere olan bir sınıftır. Siyasetin komisyoncularından, vizyoncularından sıra gelmez bunlara… Kimseye tabasbus etmezler. Kendilerini pazarlamazlar. Siyaset kurucular ise daha ziyade kapılarına gelen kapı kullarını tercih ederler. Onlarla birlik yola çıkarlar. Misyon sahiplerinden hazzetmezler.
Bunlar gerçekten siyasetin bal arılarıdır; bal yaparlar. Bulundukları kovanda bal yapma kabiliyetlerini yitirdiklerine kanaat getirdiklerinde o kovanda durmazlar, çıkarlar giderler. Bunlar siyasetin katma değeridirler. Siyaseti inandıkları bir iddia, bir dava için yaparlar. Onun başarısına olan imanlarını, itimatlarını yitirdikleri anda da kimse onları orada tutamaz. Partinin yönetim kadrosu bu cevherin önemine inanıyorlarsa onu orada tutmak için her türlü fedakarlığa katlanırlar. Ne yazık ki, çoğu zaman tersi vuku buluyor. Parti yönetimleri bunları eleştirel anlayışlarından dolayı yük olarak görürler; partiden ayrılmalarını nimet bilirler!
Ne yazık ki, bu gelenek bir türlü değişmiyor. Köylü/aşiret kültürü aralığında doğan bu siyaset kültürü iyilik, güzellik üretmiyor. Siyaseti kalpazanlardan, simsarcılardan, pazarlamacılardan, komisyonculardan, vizyonculardan arındırmadıkça; kültürel ve ahlaki bir boyut kazandırmadıkça bu cenazeyi ayağa kaldıramayız.
Siyaset kurucular, misyon sahiplerinin kapılarını zorlayarak onları siyasete katmadıkça siyaset adına bir katma değer oluşturma imkanı da olamaz.