Bu yazıyı yazmama zorlayan hadise, çocukluğumdan beri doğduğum kasabanın, ailemin, çevremin telkinleri ve öğretileri ile devleti hep önemsedim. Halen de bu fikrim sabittir. Ancak beşer olan her şeyin sorgulanacağı gibi zaman ve mekân içerisinde göz bebeğim dediğim devletimi de sorgulamak ahlaken vatandaşlık görevimdir. Ana, babayı sevmek, saygı duymak nasıl bir duygu ise, çocukları, insanlığı sevmek nasıl bir mutluluksa devleti de sevmek o kadar önemlidir. Ancak hangi devlet gün geçtikçe kafamı zorlayan bir hastalık gibi çare aramaya başladım.
Günlük yaşantımda “Benim Devletim” sözü belki de her alanda referans olur derecesinde idi. Hiç sorgulama hissetmeden en sevdiğimi beşerî anlamda başında gelirdi devletim, milletim. Bu benim bireysel bir tercihimdi belki ama yetiştiğim çevrenin de etkisi büyük oldu.
Çok eskilere dayanan düşünce tarihinde, bireyler, aile, toplum, aidiyet, kabileler ve bu günlere gelirken yönetilme ve yönetme nasıl gelişmiş, sorgulamaya başladım. Medine Sözleşmesi, batı düşünürleri, teologlar, felsefeciler, tarih boyunca yönetim biçimleri, inanç-devlet düşüncesi, yeni devlet düşünceleri, tanınmış düşünürlerin fikirleri, yazdığı kitaplar, okuduklarım-okumadıklarım o kadar çok ki, bunların sonucundan sorguladığım ve cevap aradığım;
Devlet nedir, neden gereklidir?
Nasıl olmalıdır?
Kim yönetmelidir?
Nasıl yönetilmelidir?
Ortak ideal devlet nedir?
Adalet devleti olur mu?
Hep düşündüm. R.İhsan Eliaçık “Adalet Devleti” adlı kitabında devletin tarihteki yürüyüşü okunduğunda doğrusu insanın başı dönüyor; insan çığlıkları, at kişnemeleri, kılıç şakırtıları, kanlı ihtilaller, devrimler, karşı devrimler, tank ve top sesleri.. Kendinizi adeta zor kurtarıyorsunuz. Yani okudukça riskli bir takip bu. Kardeş ve evlat katletme, dini ve beka, gelecek gerekçelerini niçin diye sormak gerekiyor. Kendisi “İslam tarihinde bu soruyu ilk soran belki de İbn-i Haldun olmuştur” der. Burada failinden ziyade bu problemlerden çıkarak ve en iyi yöneten-yönetilen ilişkisini gerçekleştirmeye fikri bazda katkı sağlar mı diye düşünüyorum.
İdeal devleti tarif ederken ve arzu ederken, devlet kuralları ve kurumları ile çalışmalı, kurumlarının ise başta meclis olmak üzere, yasalar, yargı, üniversiteler, sivil kuruluşlar, basın kurumları, şura heyetleridir diye düşünüyorum.
Bunlardan çıkardığım sonuçtan devlet, adalet için vardır. Yönetim emanettir. Yönetenler nitelikli ve ehliyet sahibidir. Ortak akılla yönetilmelidir, ortak iyinin yanında, ortak kötünün karşısında toplum yararını, insan yararını düşünen bir yapıdır. Hepsinden önemlisi de “Adalet Devletini” arıyorum. Türkiye eğer ADALET devleti olursa bu yapıdan etkilenecek pek çok devlet olabilir. Çünkü geçmişin bağları, kültürü, medeniyetinin halen izleri görülmektedir. Gerek görev icabı gerekse görmek ve bilgi amaçlı, Ortadoğu, Asya ve Batı ülkelerini gezmek imkânım oldu. Benzer sıkıntıları gördüm, saygı duyduğum uygulamaları gördükçe gıpta ile baktığım zamanlar da oldu. Ama asıl olan kaderim olan ülkenin “yaşanabilir bir ülke olmasıdır.”
Her sentez, yeni bir tezi getirir. Asıl olan iyi ve doğruyu yakalamak ve uygulamaktır. Bizim çabamız eğilip bükülmeden, kendi medeniyetimizle ve içinde bulunduğumuz anlayışla akıl, bilim, demokrasi, adalet, hukuk alanında cesurca yüzleşmedir. Artık eski faydalı ise yenidir, yeni de faydalı ise yenidir sayarak bugünün dünden daha güzel olmasıdır.
Konfüçyüs ülke yönetimi ile ilgili göre teklifinde demiştir ki “Kişi yüksek bir göreve gelmeyi değil, yüksek bir göreve gelirse işe yarayıp yaramayacağını düşünsün. Kişi niçin makama gelmediğini değil, gelince o makamı hak edip etmediğini düşünsün.”
İtalyan siyasetçi düşünür Machiavelli, iktidarını korumak ve arttırmak için bir hükümdarın acımasız bir güç kullanımı ile birlikte hile, entrika, yalan ve kurnazlıktan da yararlanması gerektiği öğüdünü vermekle ünlüdür. Yazdığı “Hükümdar” isimli eserinde düşüncelerini anlatır. Bunun için “adalet, mutluluk, din, özgürlük, tanrı vs. devletin amacı değil aracıdır” der.
Montesquieu’ye göre ise “Bütün varlıkların yasaları vardır. Cumhuriyetin doğası erdem, monarşinin doğası şan ve şeref, tiranlığın doğası ise korkudur.” (Yasaların Ruhu)
Jean-Jacques Rousseau da “Toplum Sözleşmesi”nde “İnsanlar doğa durumundan bir sözleşmeyle toplum durumuna geçince özgürlüklerini yitirmezler” der.
Hegel, “insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik” söylemleri ile batı alemini etkilemiştir.
Marx ise “sınıfsız toplum” diyerek devletin yok edilmesini savunmuştur.
Medine Sözleşmesi’nde ise “adalet, ortak iyilik, barış, savunma, güvenlik, çok kültürlülük, serbestlik, özgürlük ve birliktelikten” bahsedilmiştir. Anlaşılan o ki, Nuh’un Yedi Kanunu, Musa’nın On Emri, Buda’nın Beş Emri esas itibariyle aynı kavramlar veya yakın kavramlar üzerinedir.
Cemaleddin Afgani de “dinin hurafeden temizlendiği gibi devletler de istibdat ve zulümlerden arındırılmalıdır” der.
Devlet ile ilgili insanlığın yönetim tarihinden itibaren bugüne dek, doğudan, batıdan pek çok görüşlerden bahsetmek mümkündür. Burada asıl olan soru, devletlerde işleyişle ilgili niçin halen sorunlar devam ediyor sorusudur? Keza gelinen noktada, özellikle 1990’lardan sonra gelişen siyasi söylem, devlet kurmayı değil devletin ne olduğunu sorguama üzerinedir.
Steven Levitsky – Daniel Zıblatt “Demokrasiler Nasıl Ölür” kitabında (Salon Yayınları) mahkemeler, istihbarat teşkilatları, etik büroları dahil demokrasinin kurumsal korumalarını zayıflatmayı denerler. Demokrasinin ölümünün silahlı adamların elinden olduğunu düşünmeye yatkınız diyerek, demokrasileri öldürmenin başka bir yolu daha var görüşünü belirtirler. Bu yöntem daha az dramatik olsa da aynı ölçüde yıkıcıdır. Demokrasiler sadece generallerin değil, onları başa getirmiş olan gücün kendisini bozan başkan ya da başkanlar gibi seçilmiş kişilerin ellerinde de ölebilir. Hükümetlerin demokrasiyi yıkmak için gösterdiği çabaların birçoğu “yasal” yani yasama organları tarafından tanınıyor ya da mahkemelerce kabul ediliyorlar. Sanki demokrasiyi geliştiriyormuş gibi bir algı yaratırlar. Gazeteler yayın yapmaya devam eder fakat ya satın alınmışlardır ya da belli haberleri yayınlamamaları için zorbalıklarla korkutulmaktadırlar. Geçmişte demokratik liderlerin ileride diktatör olacak kişilere kapılarını açarak yaptıkları hatalardan ya da tam tersi diğer demokrasilerin bu tarz aşırı radikal kişileri güçten uzak tutuşlarından ders çıkarabiliriz.
Anayasal denetim ve denge sağlam standartlar olmadan bizim düşündüğümüz kadar güçlü bir demokrasi siperi oluşturmaz. Kurumlar onları kontrol edenlerin diğerlerine karşı kullandığı siyasi silahlara dönüşürler. Seçilmiş diktatörler tarafsız kurumları kendi dostları ile doldurup silah haline getirerek, medyayı ve özel sektörü satın alarak ya da onları sessiz kalmaları için zorlayarak ve siyasi alanı kendi lehlerine çevirmek için kuralları baştan yazarak yıkarlar. Demokrasinin kendi kurumlarını adım adım, kurnazca ve hatta yasal olarak kullanırlar.
Tarihte demokrasi çöküşlerini araştırmanın ortaya koyduğu en kesin neden aşırı kutuplaşmanın demokrasileri öldürebileceğidir.
Burada bize düşen hem alçak gönüllü hem cesur olmaktır. Tarih kendini tekerrür etmez fakat kafiyelidir.
Ezop Masallarında “At ile Geyik” arasında bir kavga çıkar, bu yüzden At avcıya giderek ondan yardım ister. Avcı yardım edeceğini ama bir şartla bunu yapacağını söyler. “Çenenin arasına demir koymama izin ver ki seni bu dizginlerle yönlendirebileyim ve bu eyeri sırtına koymama izin ver ki düşmanı takip ederken üzerinde sabit kalabileyim” der. At, geyiği yener ve avcıya “artık üzerimden in, şu şeyleri ağzımdan çıkar, sırtımı boşalt” der. Avcının cevabı ise, “şimdi seni eyerledim ve dizginledim, seni şu an olduğun halinde tutmak isterim” olur.
Kölelik sonradan olmuyor. Başlangıcını kendi eliyle hazırlıyor. Almanya’da Hitler, Brezilya’da Getúlio Vargas, Peru’da Alberto Fujimori, Venezuella’da Hugo Chavez ve daha çok ülkede aynı yolla güce ulaştılar. Hırs, korku ve yanlış hesaplardan oluşan ölümcül bir karışım onları yanı şansız hata ile karşı karşıya bıraktı. Gücün anahtarını bile bile ileride diktatör olacak birinin ellerine bıraktılar. Mevcut liderlerin siyasi sorumluluklarını yerine getirmemeleri bu çarpıklığa zemin hazırlamıştır. Eğer insanlar demokratik değerlerini korurlarsa demokrasi güvendedir. Eğer vatandaşlar diktatörlerin çekiciliğine ve maskesine açıksa o zaman er ya da geç demokrasi tehlikededir. Potansiyel dini kahramanlık demagoglar tüm demokrasilerde yer alır, halkın ilgisini çekmek için başta kutsal mekanlar olmak üzere her alan kullanılır. Eğer iktidar, hareket ya da sözleri ile oyunun demokratik kurallarını reddediyorsa; rakiplerinin meşrutiyetini kabul etmiyorsa, şiddetle göz yumuyor ya da şiddet için cesaretlendiriyorsa, medya dahil muhalefetin sivil alanlarını kısmak konusunda hukuksuzluk yapıyorsa bu tablo ülkeyi kaosa götürür.
Demokrasideki hastalıkların çaresi daha fazla demokrasidir. Diktatör siyasetçiler rakiplerini vatansever olmamakla, suçlu ve huzur bozucu olmakla suçlar, onların yulsal güvenliğe zarar verdiklerini söyler. Eski ABD başkanı Benjamin Harrison “Tanrı hiçbir devlet adamını, herhangi bir temsilcisini herkesin çekip gidebileceği bir devlet sistemi yapılandıracak kadar donatmamıştır” der. Bizim sistemimiz tam buna uyuyor. İş başına gelenler torunlarının yerinin garantisini istiyorlar. Fakat asıl olan güçlü demokratik standartlar geliştirilmiş sistemin kurabileceği inancını taşıyorum. Sadece siyasi liderlerin iyi karakterine dayanmazlar aynı zamanda belli bir grup ya da topum tarafından paylaşılan, kabul edilen, saygı gören ve üyeleri tarafından uygulanarak ortak bilgilere dönüşmüş olan bir yapı kurulabilir. Tıpkı oksijen ya da temiz su gibi, standartların da önemi yokluklarında hızla ortaya çıkar.
Benim devletim, siyasal ve sosyal eşitlik, nezaket, özgürlük hissi uygulayan, adil olan, az yöneten, çok denetleyen, saydam ve berrak olan, yaşanabilir bir Türkiye oluşturan ADALET devletidir. Bunları taşımayan devlete devlet diyemem. Geleceğim, geçmişimden daha da önemlidir. Bu geçmişimi sildim anlamında değildir. Devlet vatandaşını korur, ona tuzak kurmaz, merhamet ve sopasını adaletle uygular. Demokrasi her yerde yaşama gücüdür. Bugün dünyada çıkan bir virüste devletlerin durumunu karşılaştırdığımda üzülerek söyleyeyim ki, başkalarının devleti “para bizim işimiz, siz sağlığınızı koruyun diye” inanılmaz destekler sunarken, bizde “Dünyada IBAN, ahirette İMAN bizdedir” havası ile devlet vatandaşından para toplamaya çıktı. Elbette vatandaş olarak insanımıza imkân nispetinde yardım ederiz. İnancım “Adem’in ölümü, alemin ölümü demektir.” Söylemek istediğim tedbir çapına göredir. Çapı küçültmeyin, ayağa düşürmeyin, bilim adamlarına uyun, siyasi kargaşa ve rantları düşünmeyin. Siyasetten beslenen obezlere hesabını sorun. Hazine garanticilerine de sorun. Yurt dışında bazı şirketler bir virüs için 10 milyar dolar verenleri, yardım edenleri duyuyoruz. Ahlak budur, güvenilen devlet budur. Nerelere harcama yapıldığını bilmeyen vatandaş nasıl yardım edecek? Aslında harcamaların da vergilendirilmesi gerekir. Aradığım, özlediğim, sevdiğim devlet budur. Bunu arıyorum, devletimi böyle seviyorum.
Gannuşi “Bir sistemde adalet varsa orada İslam vardır, adalet yoksa yönetici şeyh, dini lider veya alim olsa bile o yönetimin İslam’da yeri yoktur” der. Güçlü olmanın yolu özgür olmaktan geçer.
Sadece devletin konuşma hakkına sahip olduğu bir memlekette hiçbir söze inanmayın. “Düşünme, itaat et diyenlere değil; düşün, sor, sorgula diyenlere kulak ver” diyen Ali Şeriati’yi saygıyla anmak gerekir. Toplumsal güveni arttırmak demokrasi ile olur. Ayrımcılık ve kayırmacılık olmayan bir devlet. Büyük devletlerin pek çoğu tutukluları serbest bıraktığı halde bizde halen üç-dört yıldır dosyası bile hazırlanmamış pek çok insana hukuki işlem yapılmıyor. Üstelik ne büyük başarı ki çalışanları da evlerine göndermeyeceğiz deniliyor. Devlet adaletlidir. Bir infaz yasası bile lafta kalıyor. Aynı düzene yarın güç değiştiğinde bu hukuksuzlukları yapanlara da hukuksuzluk uygulanacak olursa o günde adaleti savunuruz. Zulmün sahiplerine adalet daha çok lazım olacak. Binlerce insanı işinden, aşından, vatanından, çalıştığı kurumlardan ettiniz ve devletine-milletine düşman yaratma projesine alet oluyorsunuz. Yazık, devleti kirletmeyiniz.
Facebook kurucusu Mark Zuckerberg “milyarder oluncaya kadar hiçbir siyasetçi ile tanışmadığını” söyler. Türkiye ile kıyasla. Google kurucuları da aynı şeyi söylemişti.
Hayatın her alanında yeni bir yol açanların hikayesine bakın, her birinin inatçı olduğunu göreceksiniz. Hepsinin başlangıcında bir meydan okuma, bir itiraz vardır. Gerçek fukaralık, koşulların zor olması değil, zor koşullara rağmen yaratıcı çözümler aramak ve demokratikleşmede verilen mücadele kişilerinin olmayışıdır. İdeolojik gözlüklerle değil de verilerle önceliklerin belirlenmesi gerekir.
Bir ülkede özgürlük, yurttaşların haklarına duyulan saygı ile ölçülebilir. İşte benim devletim bu. Devlet kirlik ve karanlık işlere girmez. Vatandaşının, can, mal güvenliği, hürriyeti, yaşama hakkını koruyan bir devlet özlemimdir. Ayrım yapmayan evrensel değerleri sunan, liyakat ve beceriyi sistemli hale getiren ADALET devleti istiyorum. Çocukluğumun başlangıcında belirttiğim sevgi işte böyle devlete.
Emerson der ki, “Bedenimiz düşüncelerimizin ürünüdür. Bir insan bütün gün ne düşünüyorsa kendisi de odur” der.