Dün Diyanet Teşkilatı ile ilgili olarak facebookta bir yazı paylaşmıştım. Tahmin ettiğimden daha az eleştiri aldı. Eleştirilerden birisine uzun bir cevap yazdım. Ancak bugün Elazığ’dan aldığımız Enes Kara’nın intihar haberi yine bizi derin bir acıya, hüzne boğdu. Ve dolayısıyla bugün yine bu mevzu ile ilgili yazmak vacip oldu.
Enes Kara’nın, ölümünden önce bıraktığı video kaydı ve sosyal medya paylaşımlarından anlıyoruz ki, Tıp Fakültesi eğitimi için bulunduğu Elazığ’da bir cemaat yurdunda kaldığı ve bu kalışı ile ilgili olarak ciddi sorunlar yaşadığıdır.
Konunun esasına girmeden önce şu notu da paylaşmış olayım; Mevzu ile ilgili olarak sabahtan gooogle araması yaptım. Gördüm ki, iktidar yanlısı medya ya olayı görmemezlikten gelmiş veya bilinçli olarak eksik bilgi aktarımında bulunmuş. Azınlık da olsa bazı medya kuruluşları da bu ve daha önceki müessif hadiseleri de zikrederek dini kesimi tümden töhmet altında bırakacak bir dil kullanmışlar. Herkim nasıl görürse görsün ama bilsinler ki, hakikatin bir gün mutlaka açığa çıkacağı gibi bir huyu var.
Evet, şimdi konuya gelelim…İlk önce Enes Kara’nın intihar etmeden önce çektiği video kaydı ve sosyal medyada bıraktığı mesajlarıyla içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi anlamaya çalışalım;
Enes Kara’nın bıraktığı nottan bir bölüm;
“Ya nerden başlasam bilemiyorum şöyle diyim tıp okuyorum ve notlarım berbat bir durumda elimden geldiğince çalışıyorum ama olmuyor (ki çalışmak için pek de vaktim olmuyor ilerde anlatacağım) sınıfı geçemeyeceğim bu gidişle.
Hadi daha kolay bir üniye geçtim mezun olunca TUS var köpek gibi çalışman gerekiyor hadi ona da çalıştım sonra asistan oluyorsun ve mobbinge maruz kalıyorsun, uzun sürelerde sıkça nöbet tutuyorsun, psikolojik-fiziksel şiddete maruz kalabiliyorsun daha da uzar kısacası insancıl şartlarda çalışamıyorsun, gençliğini çürütmenin, emeklerinin karşılığını alamıyorsun ve sorunlar uzman olunca da bitmiyor bitse bile hayatımın önümdeki 10 yılına tekabül ediyor bu süre, aldığın maaş da 8k falan hadi 10 olsun yoksulluk sınırını bile geçemiyor.
Tıp okuyan konuştuğum herkesin hedefi yurt dışına gitmek zaten internette azcık araştırırsan az buçuk anlarsın doktorların durumunu. Bunlara ek olarak dersleri anlamıyorum ilgim alakam falan da yok tıpa karşı. Başka bölüme geçsem başta işsizlik ve düşük maaş olmak üzere bir sürü başka sorun, devlette çalışmak istesen torpilin yoksa mülakatta eliyorlar falan falan…”
Evet, imla hatalarıyla birlikte paylaşımlarına herhangi bir tashih yapmadan öylece aktardım. Herhalde içinde bulunduğu haleti ruhiyeyi anlamışızdır. Enes kendi özelindeki problemleri aktarmış. Ancak bilinmeli ki, tıp eğitiminin dışındaki branşlarda okuyan gençler de aynı endişeleri, kaygıları taşımıyor değiller.
Aslında Enes bir bakıma Türkiye’de şu an eğitim gören gençlerin ortak ruh halini özetlemiş. Eğer bu süreç inatla böyle sürdürülecek olursa Allah muhafaza önümüzdeki günlerde bu tür vakaların yaygın bir şekilde vuku bulma ihtimali yüksek.
Enes’in yaşadığını muhtemelen çok genç yaşadı ve halen yaşamaktadır. Özellikle yüksek öğrenim gençliği gelecek ile ilgili büyük bir umutsuzluk ve endişe yaşıyor. En acıklı tarafı ise bu kadar travmanın yaşandığı bir dönemde bu mevzunun iktidarın gündeminde yer almıyor olmasıdır. Bu ülkenin gençleri artık umutlarını yurt dışında arıyorlar. Çünkü bu ülkeden umudunu kesmişler. Ne kadar korkunç bir gerçek; değil mi?
Daha kaç Enes’in intiharına şahitlik edeceğiz? Bu gençlerin gerisinde bıraktıkları mesajlar sizi hiç düşünmeye sevk etmiyor mu? İktidarınızın derdine düştüğünüz kadar bu meselelerle ilgili bir derdiniz var mı?
Bakın bu süreç böyle devam ederse Allah muhafaza geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz bir nesli tamamen kaybedeceğiz.
Her aile çocuklarının geleceği ile ilgili benzer dramları bir şekilde yaşıyorlar.
Ben de kendi özelimde benzer bir hadise yaşadım. Kısaca nakledeyim; Kızım ilkokulu bitirmişti. Okuldan sevdiği birkaç arkadaşı bir cemaatin yaz Kur’an Kursuna gideceklermiş. “Babacığım ben de gidebilir miyim?” diye bana sordu. Olumsuz bakmama rağmen sırf üzülmesin diye evet dedim. Akşam götürüp yurda bıraktık. Ertesi gün sabah daha güneş doğmadan ağlayarak beni aradı; “Babacığım ne olur gel beni alın” dedi. Annesiyle birlikte arabaya atladık gittik. Kız Kur’an kursu olduğu için kızı oradan almak için içeriye eşim girdi. Kızı alıp çıktığında bana; “Kızı almak için içeri girdiğinde görevli kadın personelin yaklaşımının, tutum ve davranışının asla pedagojik olmadığını” ifade etti. (Kızım temel dini bilgilere sahipti. Kur’an okumayı ve namazın nasıl kılınacağını da biliyordu.)Kızıma ne olup bittiğini sorduğumda, aldığım cevap; “Akşam namazı kıldırdılar. Yatsı namazından önce sohbet yaptılar. Daha sonra Yatsı Namazı kıldırdılar. Gece teheccüd namazına kaldırdılar. Ve sabah namazına kadar tesbihat yaptırdılar. Sabah namazından sonra da ayrı bir seremoni. Ben bu kadar ibadeti yapacak durumda değilim.”
Eyvallah, zaten gönülsüzdüm. Anne baba olarak bizler ve kızımız böyle bir deneyim yaşadık. Ancak bu sadece bir deneyim olarak kalmadı. O gece yaşananlar aynı zamanda o körpecik beyinde çok daha farklı etkiler bıraktı. Sonradan anlatılan hikayelerden anlıyoruz ki, çok az çocuk dışında kimse orada gönüllü kalmak istemiyormuş. Ailelerinin baskısına dayanabilenler kalıyor; diğerleri de bir şekilde kaçıyorlarmış.
“Burada yanlış nerede?” diye bir soru sorulmaz herhalde. Bir defa hiçbir pedagojik kural, kaide gözetilmiyor. Atadan, dededen kalan gelenekle sürdürülen kaba saba bir eğitim, öğretim. Ha, “eğitim” demişken onun da altını çizmiş olayım. Şahsen dini eğitimi doğru bulmayanlardanım. Olsa olsa dini öğretim olur. Çünkü henüz reşit olmayan bir kişinin dinini seçme mümeyyizliği olamaz. Siz temel dini bilgileri verin, tercihini ona bırakın. Daha doğru dürüst bir tercih beyanında bulunamayacak bir çocuğa namaz kıldırmak tek başına pedagojik bir eziyettir, zulümdür, başka bir şey değil.
Bir defa bu ülkenin bir kültürel aydınlanmaya ihtiyacı var. Bu nasıl olacak?Her şeyden önce ilahiyat (teoloji) öğretiminin eleştirel aklı geliştirecek bir müfredatla teçhiz edilmesi gerekiyor.
Dini bilgi edinmek isteyenler için herkese açık öğretim ünitelerinin kurulması ve bunların bünyesinde sürecin mahiyetine uygun öğretim görevlilerinin istihdam edilmesi; serbest müzakere alanlarının oluşturulması…Artık bilişim çağında yaşadığımıza göre iletişim ile ilgili bir problemimizin olmaması gerekir. Dolayısıyla tüm hanelerin izleyebileceği temel dini programların yapılması ve müzakere ortamlarının sağlanması…Elbette burada başat mesele; kişilerin fikir ve düşüncelerini ifade edebilmelerinin, savunabilmelerinin önündeki tüm engellerin, baskıların ortadan kaldırılması gerekli.
Cemaatlerin, tarikatların, vakıfların kapılarına kilit vurmakla da dinin özüne aykırı faaliyetlerde bulunanların önüne geçmek mümkün olamaz. Gerek de yok. Yapacağınız tek şey, hiçbir engel koymadan her kesimin kendisini ifade edebilme hürriyetinin sağlanması ve ayrıca İlahiyat öğretiminde, müfredatın, eleştirel aklın, kültürün yerleşmesine, gelişmesine uygun olarak oluşturulmasıdır. Hiç merak edilmesin, halk aydınlandıkça akla, karayı birbirinden ayıracaktır. Halka güvenmek zorundayız.
Elbette bu alanın da denetlenmesi gerekiyor. Her türlü faaliyetinin yasalar çerçevesinde denetlenmesi icap eder. Ayrıca din öğretiminin pedagojik formasyona uygun olarak verilip verilmediğini kontrol ve denetlemek de yine sürecin uzmanlarına düşen bir görev. Bu da mutlaka gerçekleştirilmeli; ihmal edilmemeli.
Malum, İslam inancına göre ‘Neslin Korunması’ gibi temel bir kaide var. Nesil sadece fiziksel ve biyolojik zararlardan değil aynı zamanda sapkın fikir ve düşüncelerden korunmayı gerektirir. Ancak bu korunma yöntemleri asla kişi hak ve hukuklarını zedeleyici boyutta olmaması icap eder. Bir faaliyetin zararlı olup olmadığını, mevzunun uzmanlarından oluşan bir heyetin karar vermesi ve bunun da müzakereye açık olması gerekir.
Mesela ilginçtir, malumunuz bir zamanlar bir zat Peygamberlik iddiasında bulunuyordu. Ve 28 Şubat’ta cemaatler ve diğer İslami topluluklar takibata maruz kalırken bunlar rahat bir şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Şaşalı konferanslar ve etkinlikler tertipliyorlardı.
Ne zamana kadar?
Bir gün iddia sahibi kişi ile Yaşar Nuri Öztürk bir TV kanalında karşı karşıya getirilene kadar. Yaşar Nuri her zamanki gibi biraz sert ve hakaretvari bir dil de kullanmış olsa o gece onu kendi iddialarıyla tabir caizse mat etti. Ve ondan sonra Türkiye’den umudunu kesince gidip ABD’ye yerleşti ve faaliyetlerini oradan sürdürdü. Elbette benzeri herkes gibi gerisinde tahribatlar bırakarak gidiyorlar. Giydikleri beyaz kıyafetleriyle adete bir melekler ordusu görüntüsü verilen müritleriyle boğaz turu yaparken çoğu kadının hissiyatını etkiliyordu. Daha sonra gerisinde gelen onlarca şeyh ve mehdi iddiasında bulunanlara da ilham veriyordu…Elbette bu körpecik akılları iğfal etme ihtimali olan zararlı akımlara karşı yasalar içinde mücadele yöntemleri geliştirilmeli. İlmin, ahlakın, hukukun rehberlik edeceği bir sürecin önüne kimse geçemez. Bu da böyle bilene…