Anadolu’da yaşayan Türkler için bin yıldır öncelik taşıyan iki büyük coğrafya Batı ve Ortadoğu’dur.
Osmanlı için Batı deyince akla gelen önceleri Balkanlar, daha sonra onun ötesine uzanan Avrupa oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Batı’nın liderliğini yeni küresel güç ABD üstlendi.
Ortadoğu’da öncelik taşıyan alanlar Mısır, Arap Yarımadası, Bilad-ı Şam (bugün Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin), bugünün Irak’ı ve İran oldu.
Hemen üçüncü planda, 16. yüzyıldan itibaren dış ilişkilerimizde giderek artan yer kaplayan Rusya’ya işaret edebiliriz.
Bu yazıda Batı, İran hariç Ortadoğu ve Rusya ilişkileri çerçevesinde AKP iktidarı dış politikası için kısa bir değerlendirme sunmaya çalışacağım. Bu geniş ve önemli konuyu olabildiğince basit bir anlatımla ele almak istiyorum.
2002’de iktidara gelen AKP ilk yıllarda, etkisi seçim sandıklarına da yansıyan ciddi kazanımlar elde etti. Dış politika en başarılı icraat alanlarından biriydi. Türkiye AB üyeliğine aday ülke statüsü kazandı ve Avrupa ilişkileri güçlendi. 2007’de ABD Başkanı seçilen Barack Obama, Ankara’yı ciddi ve değerli bir ortak olarak görüyordu. İlk yurt dışı gezisini Ankara’ya yaptı.
Ortadoğu ülkeleri arasında Türkiye’nin itibarı zirveye çıkmıştı. Demokratik rejimi giderek güçlenen Türkiye, Ortadoğu’daki diğer İslam ülkeleri için, o dönemde kullandığım bir ifadeyle adeta Kutup Yıldızı işlevi görüyordu: Doğru yolu arayan bölge halklarına ve ülkelerine, izlemeleri gereken istikameti işaret ediyordu.
Ama 2012-13’ten itibaren AKP siyaseti, başka pek çok alanda olduğu gibi dış politikada da köklü bir yön değişikliği yaptı. Bir siyasetin nasıl başlandığı değil nasıl bittiği önemlidir. O nedenle AKP iktidarının dış politikasını bugün geldiği konum itibariyle değerlendireceğiz.
Batı
AKP’nin en üst düzey sözcüleri yıllarca “AB üyeliği birinci stratejik önceliğimizdir” açıklaması yaptı. Bunu defalarca dile getirdiler.
AKP iktidarı kendisinin “birinci stratejik öncelik” seçtiği konuda, bugüne dek başka hiçbir aday üyenin yaşamadığı bir başarısızlığa uğradı. Mirasçısı olduğunu iddia ettiği AP ve ANAP gibi merkez sağ partilerin on yıllardır ısrarla kovaladığı AB projesini bitiren parti oldu.
Türkiye’nin adaylığını artık sadece kağıt üstünde devam ediyor. Bu adaylığı şimdi AB içinde ciddiye alan tek ülke yok. Ancak üyelik statüsüne fiilen son vermek zor, çünkü 28 üye ülkenin oy birliği gerekiyor. AB’nin karar vericileri ayrıca, Ankara’nın öfkelenip yeni göçmen dalgaları salabileceği endişesiyle ve zaten istikrarsızlıklarla boğuşan Avrupa kıyısındaki büyük nüfuslu bir ülkenin krize sürüklenmesine katkı yapmamak için, o yolu şimdilik zorlamak istemiyor.
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde ürkütücü tıkanma AB üyelik penceresinin kapanmasıyla sınırlı değil. Üç büyükler Almanya, İngiltere ve Fransa dahil hemen her ülke için Türkiye, artık sadece ticari veya siyasi alışveriş temelinde ilişki kurulacak bir ülke. Hukuk güvencesinin kalmadığı ve temel hakların fütursuzca ezildiği bir rejimle sıcak ilişki görüntüsü vermek isteyen çok kimse yok.
AB’den kopuşun nedeni ifade özgürlüğü, hukuk devleti ve insan hakları konusunda son dönemde yaşanan ürkütücü çöküş oldu. Bu çöküşün bir sonucu, Müslüman Türkiye’nin demokrasiyi başaramayacağı gerekçesiyle baştan beri üyeliğine karşı çıkan Türkiye karıştı Avrupalı çevrelerin ekmeğine AKP’nin yağ sürmesi oldu.
Şimdi Romanya ve Bulgaristan’dan sonra, hepsiyle derin tarih ve kültür bağlarımız olan altı Balkan ülkesi daha yakın bir gelecekte AB üyesi olacak. Böylece Trakya sınırımız, Türkiye’yi AB’den ayıran bir siyasi duvara dönüşecek.
AKP sözcüleri bütün bu gelişmeleri umursamaz görüyor. Hatta şimdi artık AB’nin Türkiye’ye ayak bağı olduğunu ve o bağdan kurtulmak gerektiğini ilan ediyorlar.
ABD
2008’de Başkan seçilen Barack Obama döneminde hayli sıcak başlayan ilişkiler, Suriye iç savaşı nedeniyle giderek bozuldu. AKP yönetimi, Amerika’nın kapsamlı bir askeri müdahaleyle Esed rejimini devirmesini istiyordu. Ancak Washington, bu sitede kısa süre önce çıkan Suriye yazısında belirttiğimiz gibi, farklı bir hesap içindeydi.
AKP ve yandaş medyası 2016’da Donald Trump’ın seçilmesini büyük sevinçle karşıladı. Ama ilişkiler her geçen gün daha da kötüye gitti. İki ülke arasındaki uzun ve bitmeyen sorunlar listesinin ayrıntısına girmeden, sözü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a bırakalım. Erdoğan, geçtiğimiz Ağustos ayında New York Times gazetesinde yayınlanan ve Türkiye-ABD ilişkilerini ele alan yazısını çarpıcı bir ifadeyle noktaladı: Amerikan siyasetinin mevcut şekliyle devam etmesi “…Türkiye’yi başka dostlar ve müttefikler aramaya zorlayacaktır.”
Aslında pek çok kimse bu arayışın bir süre önce başladığını zaten görüyordu. Bu gerçeği görenlerden biri olan Washington’daki Council on Foreign Relations (CFS) başkanı Richard Haas, hemen bir hafta sonra “Batı Türkiye’deki gerçeği kabul etmeli” başlıklı bir makale yayınladı. Erdoğan’ın uyarısına referans veren Haas özetle şunları söylüyordu: Türkiye hala NATO üyesi ama artık bu üyelik sadece kağıt üstünde. Türkiye güvenilir olmayan bir müttefik. NATO kurallarında bir ülkenin üyeliğine nasıl son verileceği öngörülmediği için, Türkiye kendi ayrılmak istemediği sürece, üyeliği devam edebilir. Ama Amerika artık bu gerçeği kabul etmeli ve ona göre hareket etmelidir. İncirlik üssüne ihtiyacı azaltacak önlemler almalı, Türkiye’deki nükleer silah başlıklarını başka yere taşımayı düşünmeli ve F-35’ler gibi ileri teknoloji askeri ürünleri Türkiye’ye vermemelidir.
Haas’ın başında bulunduğu CFS Washington’un en etkili strateji araştırma kurumlarından biri. Hem Demokrat hem Cumhuriyetçi partiye yakın ve ABD dış politikasının yürütülmesi için üst düzey uzmanlar sağlar. Kendisi de her iki partiye mensup başkanlar döneminde yüksek mevkilerde dış politika görevleri yaptı. Yazdıklarının Amerika’daki Cumhuriyetçi ve Demokrat siyasi çevrelerde hayli yaygın bir anlayış olduğun rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten Washington’da bunu teyit eden başka gelişmeler olduğu da biliniyor.
Sonuç olarak, Ankara’nın ABD ve Avrupa’yla ilişkilerinde ağır bir kriz yaşandığını, ilaveten NATO üyeliği ve AB üye adaylığı statüsünün benzer bir noktaya vardığı söyleyebiliriz: Her ikisi de sadece kağıt üstünde kalmış ve fiilen bitmiş durumda.
Batı’yla ilişkilerdeki bu hüsrana karşılık, acaba AKP’nin dış politikası Ortadoğu’da ne durumda?
Ortadoğu
AKP iktidarının Esed rejimini dışarıdan askeri müdahaleyle devirme siyaseti, çok yönlü başarısızlıkla sonuçlandı. Suriye’nin gaddar diktatörü Esed devrilmedi; hatta görünen o ki yaşanan kan banyosunun içinden siyasi ve askeri olarak daha güçlü çıkacak. İç savaşa bazı ülkelerin verdiği destek, o ülkelerin Suriye’yle yeni dönemdeki ilişkilerini bir hayalet gibi yıllarca izleyecek.
İç savaşı destekleyen Amerika ve diğer Batılı ülkeler için durum daha kolay; çükü uzaktalar ve Şam’ın onlara zarar verme imkanları sınırlı. Arap ülkeleri için sorun daha az; çünkü bir kavga ne kadar kanlı olursa olsun, kardeşler arasında barışmak her zaman daha kolaydır. En zor durumda olan ülke, iç savaşa en sert desteği veren ve Suriye ile 900 kilometrelik bir sınır paylaşan Türkiye. Muhtemelen yakında bu sınırın Suriye tarafını Şam rejiminin kontrol edeceğini göreceğiz. Esed’in ekonomik engeller, Hatay ve Kürtler dahil pek çok konuda yıllar boyu Türkiye’ye rahatsızlık vermek isteyebileceğini öngörmek zor değil. Tabii henüz Esed’in önünde acil sorunlar duruyor ve acele etmesi için bir neden yok.
AKP iktidarı hiç kuşku yok ki bu gerçeğin farkında. Ankara’nın şiddetle arzuladığı Fırat’ın doğusuna 300 – 350 km derinliğinde askeri harekât veya sınırda tampon bölge gibi girişimlerin hedefi olarak PKK ve IŞİD’le mücadele gösteriliyor. Ama eminim ki, hiç telaffuz edilmese de, Esed rejiminin muhtemel rövanş girişimlerini kesme hesapları en az resmi telaffuzdaki hedefler kadar ağırlık taşıyor.
Ama şimdi yeni bir realite daha var. Suriye-Türkiye ilişiklerinin nihai düzenleyicisi Rusya olacak. Kolayca tahmin edilebilir ki Moskova Türkiye’ye, Suriye tarafından rahatsız edilmeyeceği güvencesi verecek. Putin’in tozlu raflar arasından bulup çıkarttığı Adana Protokolü, bu teminata zarf oluşturabilecek parçalardan biri. Ancak Rusya’nın Suriye teminatı, ne yazık ki çözeceği problemlerden daha ağır riskler doğuracaktır. Bu gelişmenin Moskova karşısında Türkiye’yi nasıl köşeye sıkıştıracağını Rusya bölümünde daha ayrıntılı ele alacağız.
AKP’nin izlediği dış politika Arap Yarımadası’yla ilişkilerde de sorunlar doğurdu. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderliğinde bir grup ülkenin Katar’a ambargo uygulamaya başlaması, yaşanan sıkıntıları su yüzüne çıkarttı. AKP iktidarı sert bir şekilde Katar’ın tarafını tutuyor.
Körfez bölgesindeki bir grup Arap ülkesi arasındaki anlaşmazlık karşısında, başka pek çok Arap ülkesi tarafsız kalmayı tercih etti. Hatta Arap Yarımadası’ndaki Umman ve Kuveyt dahi bu kavgada, AKP iktidarından daha dengeli ve iki tarafla diyaloğu sürdüren bir tutum içinde kaldı.
Soru şu: Bir grup Arap ülkesi arasındaki çatışmada, taraf olmayan başka hiçbir ülkenin benimsemediği kadar partizan bir tavır, Türkiye’nin çıkarlarına nasıl hizmet ediyor? Bu sorunun cevabı henüz bilinmiyor.
Suudi Arabistan-Katar kavgasına gırtlağına kadar bulaşmadan tarafsız kalmak ve sorunun çözümüne güvenilir bir hakem olarak katkı yapmaya çalışmak, Türkiye’nin çıkarlarına daha iyi hizmet etmeyecek miydi?
Suudi Arabistan-Katar ihtilafının temel bir nedeni, Katar’ın Müslüman Kardeşler (İhvan) örgütüne verdiği destek. Katar’ın desteklediği İhvan, Suudiler için terörist bir örgüt. Suriye, Mısır, Libya gibi başka Arap ülkelerinde yaşanan değişik sorunlarda, AKP iktidarının Katar’la yine beraber hareket ettiğini ve hep İhvan yanlısı bir tutum izlediklerini biliyoruz. Görünen o ki, Körfez bölgesindeki ihtilafta da AKP’nin sert bir şekilde Katar’a destek vermesinin nedeni İhvan kardeşliği.
Arap dünyasının en büyük ülkesi Mısır’la ilişkiler de derin bir çıkmaza saplanmış durumda. Sürekli yapılan açıklamalara göre bunun nedeni, General Sisi’nin darbe yaparak iktidar gelmesi. Ancak Mısır’ın komşusu Sudan’da Albay Ömer el Beşir de darbe yaparak iktidara geldi ama AKP’nin en yakın dostlarından biri. Üstelik Beşir, tam üç tane soykırım suçlusu olarak aranıyor. Öyle görünüyor ki aradaki fark, Mısır’da darbe İhvan’a karşı yapılırken, darbeci Albay Beşir’in İhvan’a yakın olması.
Son dönemde değişen AKP politikasının Irak’a yansıması, ne yazık ki Sünnilik temelinde bir siyaseti oldu. Üstelik “yeter ki benim adamım olsun” anlayışıyla, Sünni kesimin en az sevilen isimleriyle dahi işbirliği yapıldı.
AKP iktidarı, Irak’ta da ülkenin somut koşullarını pek dikkate almayan bir yol izledi. Irak nüfusunun yaklaşık üçte ikisini oluşturan Şia’nın çoğunluğu için en önde gelen kimlik, mezhep değil milli kimliktir. Şia değil Arap kimliğidir, Iraklı olmaktır. O nedenle bu çoğunluk, Ankara’da AKP siyasetini oluşturanların farzettiği gibi İran’a çok sıcak bakmaz, Pers hegemonyasına karşıdır ve Irak’ın asla İran tahakkümü altına girmesini istemez (*).
Ankara eğer mezhepçilik yoluna sapmasaydı, sadece güçlü bir şekilde Irak’ın bağımsızlığını ve Irak liderlerine saygıyı gözeten bir çizgi izleseydi, daha kolay ve daha olumlu bir iş yapmış olacaktı. Böylece Irak’ta Pers etkisine karşı daha güçlü bir zemin ortaya çıkacak, Türkiye’nin meşru çıkarları iyi komşuluk temelinde daha iyi kollanmış olacaktı. Mezhepçilik temelindeki siyaset hedeflenin tersine, İran lehine oldu. Şimdi Irak’ta AKP iktidarının etkisi dibe vurmuş durumda; en hafif şekilde ifade etmek gerekirse, yaygın bir kuşku ve güvensizlikle karşılanıyor.
Denebilir ki AKP’nin son dönemde Ortadoğu’da izlediği siyaset, Batı’da olduğundan bile daha derin bir hüsran doğurdu.
Şimdi Türkiye’nin hemen güneyinde ve yumuşak karnını oluşturan bölgede farklı ittifak kuşakları oluşmuş durumda. Bunlardan biri Mısır-Suudi Arabistan-Ürdün-BAE gibi ülkelerinin inşa etmeye çalıştığı Arap cephesi. En büyük hedefleri Türkiye. Nasıl zarar veririm hesapları içindeler. O amaçla İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’la işbirliği yapıyorlar.
İkincisi Rusya liderliğine bağlı Suriye-Irak-İran kuşağı. Ankara’ya derin bir güvensizlik duyuyorlar. Türkiye’ye hayli zarar verme potansiyeline sahip bu cephenin ne yapacağı, büyük ölçüde Moskova’nın ne yapacağına bağlı olacak.
Konuyla ilgili ikinci ve son yazıda, Rusya ilişkilerini ve AKP dış siyasetinin şimdi vardığı noktada ortay çıkan riskleri değerlendireceğiz.
—————————————————-
(*)- Irak Şia’sı konusunda en önde gelen uzmanlardan biri Yitzhak Nakash’tır. İlgi duyanlara, orijinal adı daha uygun bir şekilde “Irak Şiileri” olan, Türkçeye “Irak’ta Pandora’nın Kutusu Şiiler” başlığı altında çevrilen kitabını öneririm. Bildiğim kadarıyla bu konuda yapılan en iyi çalışmadır.