Cemil Meriç “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri.” demişti.Soğuk savaş döneminde bu deli gömleğinin içinde nasıl üşüdüğümüzü, nasıl zulümler yaşadığımızı en iyi bizim jenerasyon bilir. Çünkü hepsi dünyaya bu ideolojinin penceresinden bakarak, hakikatin sadece o pencereden görünen olduğuna iman ediyorlardı. Bu inanış biçiminin en önemli çıktısı, fikir ve düşünce hürriyetinin kısıtlanması veya dondurulmasıdır; baskı, şiddet ve zulümdür. Fikirlerin ve düşüncelerin çeşitliliğinin toplumlar için bir zenginlik,bir rahmet olduğu şuurunu yitirerek adeta Allah’ın insanoğluna verdiği akıl nimetini ıskat ediyorlardı. Rahmetli Cemil Meriç son günlerde ülkemizde yine alevlendirilen toprak fethi (o her neyse) veya kaybı ile ilgili bir soruya o çağın aydının çoğunun düşündüğünün aksine şöyle cevap veriyordu; “Türkiye Ruhunu kaybetti. Toprak mı? En değersiz şeyimizdir belki de! Belki de en değersiz şeyimizi kaybedince her şeyimizi kaybettiğimizi anladık.
Acizane son zamanlarda çokça gündeme getirdiğim ve üzerinde zihinsel eksersiz yaptığım bir cümle. Neyi kaybettik? Hangi kaybımıza yanıyoruz? Toprak mı yoksa düşünce/tefekkür dünyası mı? Bu soruya doğru bir cevap bulanlar yol bulurlar. Diğerleri ise belki toprak kazanırlar ama o topraklar üzerinden adaletin, barışın ve mutluluğun hakim olacağı bir dünya kuramazlar. Zulümle gelen zulümle gider.
1960-70’lı yıllarda gençliklerini soğuk savaş döneminin soğuğu ile geçirenler olarak çok büyük acılara ve trajedilere tanıklık ettik. İdeolojinin deli gömleğini giymişlerdi ama o ideolojiler fıtri olmadığı için üşütüyordu ve hırçınlaştırıyordu. Kalbe sükunet vermiyordu. Buda şiddet ve terör olarak toplumları kaosa sürüklüyordu.
İnsanların ideolojik yargılarını karşılarındakilerine zorla göçertmeye çalıştıkları talihsiz bir dönem. Ve bugün gördüğümüz o ki, bu kuşağın son aktörleri ‘deli gömleği’ tiyatrosunun son sahnelerini sergilemekteler. Bundan sonraki dönem yeni bir sürece evirilme umudu aşılıyor. Türkiye toplumu bu sözkonusu ideolojik bağnazlıktan, ceberutluktan, baskı ve zulümden çok çekti ve halen çekmeye devam ediyor. Hangi ideoloji adına olursa olsun, ideolojinin savunucuları düşüncelerini / gelecek projeksiyonlarını toplumdaki herkese zorla göçertmeyi hedeflediler /hedefliyorlar.
Bugün toplumda azımsanmayacak entelektüel bir kesim bundan sonraki süreçte artık ideolojik bağnazlıkların ve taraftarlığının zayıflayacağını ve biteceğini umut ediyorlar. Ben de acizane aynı umudu taşıyorum ve temenni ediyorum.
Söz buraya gelmişken sözün en güzelinin sahibi Allah’ın meseleye açıklık getiren bir misaline atıf yapmadan geçmek haksızlık olur düşüncesiyle Kur’an’da geçen bir mevzuu aktarmış olayım;
Nisa Suresi 105-115 arası ayetler bir yahudinin hukukunu korumak üzere indirilmiştir. Ve aynı zamanda Hz. Peygamberin Allah’tan en sert uyarı aldığı ayetler bağlamıdır.
Bu ayetlerin iniş sebebi ile ilgili hikaye kısaca şöyle;
Bir Müslüman, bir komşusunun un çuvalı içerisinde gizlenmiş zırhını çalar. Sabah olup da zırh sahibi zırhının çalındığını görünce dökülen un izini takip ederek hırsızın evine doğru gelir. Bunu gören hırsız telaşla zırhı alır komşusu olan bir yahudiye götürüp, ‘bir yere kadar gideceğim bu zırh sende emanet olarak dursun’ diye ona verir. Zırh sahibi izi takip edip hırsızın evine gelip zırhı sorunca hırsız, almadığını ancak yan komşusu yahudinin elinde bir zırh gördüğünü söyler. Yahudinin evine varan zırh sahibi zırhını görür ve yahudiye sorar, Niye çaldın? Her ne kadar Yahudi çalmadığını, yan komşunun getirip emanet bıraktığını ifade etse de anlaşmazlık Hz. Peygambere intikal eder. Bir sonraki gün Allah Resulünün huzurunda mahkeme edilecekler. Hırsız Müslüman, o gece bütün yakınlarını bir araya getirerek, ertesi günkü muhakeme için yardım ister. Otururlar gece yalan beyan/ tanıklık kurgusunu kurarlar. Ve kendi aralarında şunu da konuşurlar;
‘Herhalde Muhammed bizi bir yahudiye değiştirmez.’ Ertesi gün tanıklar söz birlik etmiş gibi yalan üzerinde ittifak ederler ve öz güvenle Hz. Peygamberin karşısına çıkarlar. Yahudi tek başına gelmiştir. Masumiyetini ispatlayacak tanığı yok. Ve hatta gerek de duymamıştır. Çünkü ‘Müslümanların Peygamberi Muhammed herhalde benim lehime karar verecek değildir’ diye umutsuz bir şekilde mahkemeye gelmiştir. Dolayısıyla mahkemede yalnız kalır ve yeterli savunma yapamaz. Karşı taraf güçlü bir kurgu ile geldikleri için Hz. Peygamber, onlar lehine hüküm vermeye hazırlandığı esnada arda arda bu ayetler inmeye başlıyor;
“İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiğine göre hükmedesin diye hakkı içeren kitabı sana indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisa-105)
“Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok yarlıgayıcı, ziyadesiyle esirgeyicidir.” (Nisa-106)
“Kendilerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.” (nisa-107)
……….
“Allah’ın sana lütfü ve esirgemesi olmasaydı onlardan bir güruh seni yanıltmaya yeltenmişti; halbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lütfu gerçekten büyük olmuştur.” (Nisa-113)
………..
Evet, Hz. Peygambere çok sert bir ikaz var; ‘Hainlerden taraf olma!’
Peki, hain kim; ‘Bir gurup Müslüman’.
Hukuku Allah tarafından tashih edilen mazlum ve mağdur kim? ‘Bir Yahudi’
Yanlış bir karar vermek üzereyken sert bir şekilde uyarılan/ikaz edilen kim? Allah’ın Resulü…
Bu yanıltılmadan kaynaklanan durum için Allah, Resulünü mağfiret dilemeye davet ediyor.
Bütün bunlar niçin? Onun cevabını da Nisa 107’de veriyor; “Kendilerine hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez.”
Bu kişilerin akıbeti ne mi oldu?
Rivayetler o ki; Hz. Peygamberin hükmüne razı olmayan ve kendi deyimiyle ‘Muhammed beni bir Yahudiye sattı’ diyen sözde Müslüman Medine’den kaçıp Mekke müşriklerine sığınır ve orada da rahat durmayıp yeniden hırsızlık yaptığı bir esnada suç üstü yakalanır ve öldürülür.
Yine rivayet o ki, ‘Hz. Peygamberin bir yahudiyi bir müslümana değiştirmeyeceği’ gibi bir inanca sahip mağdur Yahudi, adil karar karşısında orada Allah’ın Resulüne iman eder ve Onun dinine tabi olur. İşte adaletle muamele etmenin bereketi ve sonucu budur.
Evet, bugün herhangi bir Müslüman, kıldığı bir namazda bu ayetleri kıraat edebilir. O zaman ne yapmış oluyor? Bir yahudinin hukukunu seslendiriyor. Ve bu biz müsmlümanlar bu seslendirmeyi 1400 küsur yıldır yapıyoruz. Sözkonusu adalet ise, hangi dine ve inanca mensup olursa olsun herkesin hukuk karşısında eşit olduğu bilinci kazandırılıyor.
Evet, buradan tekrar başa dönelim; hukuk karşısında eşitliği, objektifliği kaybettiren en önemli amil ideolojik bağnazlıklardır/körlüktür. Kendilerini hak ve karşılarındaki herkesi şer/batıl gören bu ideolojik asabiye sahipleri, taraftarları adına rahat bir şekilde hukuktan / adaletten uzaklaşabiliyorlar. Veya zulme rıza gösterebiliyorlar.
Dolayısıyla bir inanca mensubiyet, her zaman o insanların o inancın emir ve yasaklarına riayet ediyorlar gibi bir genelleme yapılamaz. İstisnalar dışında bütün ideolojik mensubiyetlerde, namuslu/vicdanlı insanlar olabileceği gibi namussuz ve vicdansız insanlar da olabilir. Belki sadece oranları/nispetleri farklı olabilir.
Hulasa olarak yine Peygamberimizin hatırası ile bitirmiş olayım;
Malum, O insanlık paratoneri, Peygamberliğinden önce Mekke’nin namuslu ve vicdanlı gençleri ile birlikte ‘Hilfü’l-Fudûl’ teşkilatını kurmuşlardı. Bu teşkilatın en önemli işlevi ise Mekke dışından gelip ticaret yapan yabancıların Mekke’de gördükleri hak ihlallerini görüşmek ve sonuca bağlamak… Mağduriyete uğrayan insanlar bu teşkilata başvurarak haklarının korunmasını ve tekrar istirdat edilmesini talep ediyorlardı. Ve bu teşkilat, döneminde son derece önemli bir işlev ifa etmişti. Risaletinden sonra Peygamberimize bu organizasyon hatırlatıldığında şunu ifade eder; ‘Bugün olsa yine gider o teşkilata üye olurum.’
İnsanlık tarihinin en mümtaz, en yüce mesleği, ‘hak ve adalet savunuculuğudur.’ Ne mutlu böyle bir misyon yüklenen namuslu, vicdanlı ve erdemli insanlara!..
Kendilerine giydirilmiş deli gömleğini çıkaran namusluların halen o deli gömleği ile deli divane dolaşan namussuzlardan daha cesur olacağı bir çağa inkılap edeceğiz inşallah! Temennim ve duam;’Yaşadıklarımızın bu umudun doğum sancıları olması…’