Bugün 28 Şubat’ın seneyi devriyesi. İslamcı mahallenin Sivil Devlet Teşekkülleri (SDK) birkaç gündür yine nakaratlarla 28 Şubat’ı anıyorlar. O süreçte kamu bürokrasisinde görev yapan ve sırf kişi hak ve hürriyetlerini savunmamdan mütevellit olarak ‘irticai tutum ve davranış içerisinde bulunduğu’ iddiası ile hakkında soruşturma açılan birisi olarak 28 Şubat süreci ile ilgili yazmayı hiç düşünmüyordum. Çünkü bu kadar olup bitenden sonra hiçbir kıymeti harbiyesinin olabileceği kanaatinde değilim. 28 Şubat’ın kudretlileri tarafından soruşturulurken bile geleceğimden endişe duymadım. Türkiye’de üzerinde vesayetin gölgesi de olsa halen hukukun kırıntılarının olduğu inancındaydım ve nihayetinde de öyle oldu. Ama farzımuhal bugün halen kamuda çalışıyor olsaydım ve bugünün kudretlilerinin hoşuna gitmeyen tutum ve davranışım nedeniyle yüksek bir ihtimalle ben de bir KHK’nin kurbanlarından birisi olurdum.
Sahadaki mücadelemden pişman mıyım? Asla! Bugün olduğu gibi o gün de hakkı ve adaleti önceleyerek o mağdurların hukukunu savundum. Elbette her şeyin bir bedeli var. O bedel ödenmeden barış ve güven limanına ulaşmak mümkün değil. Sağlık sektöründe denetim yapıyordum. Malum olduğu üzere sağlık, başörtülü personelin en çok istihdam edildiği sektörlerden biriydi. Mümkün olabilecek en üst düzeyde dönemin mağdur ve mazlumlarına yardımcı olmaya çalıştım. AK Parti iktidarında üst bürokrasiye atamam yapılınca da bakanlık yüksek disiplin kurulunda yer aldım. O güne kadar haklarında memuriyetten çıkarma cezası verilen ve bekletilen tüm dosyaları,memurlar lehine taktir yetkimizi kullanarak rafa kaldırdık.
Gelelim bugüne!
Yine mağduriyet ve mazlumiyet anlamında bir kesim 28 Şubat’dan daha derin ve daha kahırlı bir süreci yaşıyor. Binlerce kamu çalışanı görevlerinden atıldı. Atılmakla da kalmadılar, özel sektörde istihdam edilmeleri bile engellendi. Kendilerini, eşlerini, çocuklarını, bakmakla yükümlü olduklarını açlığa, sefalete mahkum ettiler adeta.
Beklenen neydi? Başta 28 Şubat sürecinde zulme maruz kalıp mağduriyet yaşayan kadınlar olmak üzere, dolaylı-dolaysız bu zulümden etkilenenlerin bugün ortaya konan tabloya karşı durmaları ve bugünün mağdur ve mazlumlarının hak ve hukularını savunmaları idi. Ancak başta o günün popüler mağduru Leyla Şahin olmak üzere kimseden ses çıkmadığı gibi Leyla Şahin gibi zulmü zımnen onaylayanlar bile çıktı. O zaman da insanın aklına gelen; ‘Demek ki İslami kesim, ‘insan hakları’ denilince sadece kendi mahallesiyle sınırlı bir durum şeklinde algılıyor. Zulme maruz kalanların başörtülü olması bile onları etkilemiyor. İktidar penceresinden baktıkları için herkesi aynı kategoride görüyorlar. Hatta bir kısmı için ister başörtülü, ister başörtüsüz olsun hükümet karşıtı olan herkes potansiyel suçlu, terörist veya en azından bizden değildir. Dolayısıyla bu muameleyi hak ediyorlar! Kendilerine bu fetvayı veren hocaları ve müftüleri de var.
Hâlbuki insan hakkı sözkonusu olunca kişinin inancı, ideolojisi, ırkı, dili, cinsi önemli değildir. Failin adı, sanı değil, haksız ve hukuksuz fiildir önemli olan. Onun için de mahallenin insan hakları örgütü olan Mazlumder’in beylik sloganı; ‘Kim olursa olsun, zalime karşı mazlumdan yana’ idi. Ne oldu peki? Bugün Mazlumder de dahil olmak üzere mahallenin hiçbir mukimi bu sloganın gereğini ifa etmiyor. Onlar da hükümetin oluşturduğu suçlu torbalarına atılan kişilerin haklarını, hukuklarını sormuyor. Bu alanın insan haklarını yine sol kesimin insan hakları örgütleri dile getiriyorlar. En son Merve Demirel olayı bu kesim için turnusol oldu. Halbuki az buçuk dinlerinde, inançlarında samimi olmuş olsalardı, asla bu tutum ve davranış içerisinde olmazlardı. Bu dinin Peygamberini hakkıyla tanımış olsalardı bu zilleti yaşamazlardı.
Ez cümle, 28 Şubat ile ilgili mahallenin kuru gürültüsü bana çok riyakarca geliyor. Eğer bugün iktidar 28 Şubat süreci ile ilgili zımni kanaatini ifşa etmiş olsaydı bunu bile yapmazlardı. Bugün hükümet 28 Şubat’ın sivil aktörleri ile zımni bir ittifak içerisinde. Soruyorum bu arkadaşlara; Allah aşkına 28 Şubat davalarına ne oldu? Davaların görüşülmesi esnasında benim müdahil olmamı isteyen insanlara, ‘bu davanın hukuki olmaktan çok siyasi bir davaya dönüştüğünü, ortada bir hukuk tiyatrosunun oynandığını, dolayısıyla bu oyunda figüran olmak istemediğimi’ beyan etmiştim. Davanın akıbeti bu konudaki kanaatimi doğruladı. Hükümet bu konuda samimi olsaydı güçlü bir hukuk kadrosu ile bu dönemi yargılayabilirdi ve hepimiz de yargıya gidip destek verirdik. Ama öyle olmadığı sonuçlarıyla ortada… Hükümet geçmişin vesayet rejimi ile hesaplaşmak konusunda önemli bir fırsat yakalamıştı ve ne yazık ki hesaplaşmak yerine onlarla tekrar uzlaşmayı tercih etti. Ve sonuç olarak korkarım ki, 28 Şubat sürecinin muktedirlerinin bir daha ellerine bir fırsat geçecek olursa kimsenin gözünün yaşına bakmayacaklar ve rövanşı ağır bir şekilde almaya çalışacaklar. Ve o gün mahallede ikamet etmemelerine rağmen insan haklarına olan duyarlılığı nedeniyle 28 Şubat süreci mağdurlarının yanında yer alanları da o gün yanlarında bulamayacaklar; ‘ne haliniz varsa görün’ diyeceklerdir. O gün yardım istemeye kimsenin yüzü olmayacaktır.
Bilmiyorum anlatabildim mi?