1990’lardan 2000’lı Yıllara 28 Şubat -II-
Evet, süreci özetledikten sonra o sözkonusu süreçte yaşadığım hadiseler üzerinden mevzuu o dönemi yaşamayan genç kuşaklar için anlaşılır kılmaya çalışacağım.
Beni insan hakları mücadele alanına süren sebepler
Yaşadığım çocukluk ve gençlik yıllarım aynı zamanda şahsiyetimi inşa etti demiştim. Ailemizin ismiyle anıldığı babamın babası -dedem-, o günün şartlarında bulunduğu beldede dindar olarak bilinen birisiymiş. Ve o beldedeki yakınlarının, akrabalarının hamisi, gözeticisi… Evinin bitişiğinde han yapıp, dışarıdan gelen / giden herkesi orada konuk eden, yemeğini veren birisi. Bu anlamda çevrede bir şöhreti vardır.
Rahmetli babamın -ki ben bir yaşındayken vefat etmiş- gençliği ise Demokrat Parti’nin iktidar dönemlerine denk geliyor. Kasabalara kadar teşkilatlanan “Vatan Cephesi”ne karşı beldedeki CHP’li gençlerle organize olup örgütleniyorlar ve bir bakıma oranın belde başkanı gibi rol alıyor. Rahmetli annem CHP taraftarlarının bizim evde toplanıp “Vatan Cephesi”nin o ayırımcı politikalarına karşı örgütlendiklerini anlatırdı.
İşte böyle bir ailenin çocuğu olarak benim de gençlik yıllarım çok hareketli geçti. 1968 kuşağına ucundan yetişen bir genç olarak o günün dünyasında, beynelmilel emperyalizme, siyonizme, komünizme ve faşizme karşı bir muhalefetin içinde bulduk kendimizi. 12 Eylül’ün öncesini ve sonrasını yaşadık. Gençlik hareketleri içerisinde yer aldık . Ülkenin alt-üst olduğu bu dönemde şöyle veya böyle bir kıyamda bulunduk.
12 Eylül sonrasında ise memuriyet hayatım başladı. Maliye Bakanlığı’nda başlayan memuriyetimi, 1990 yılında Sağlık Bakanlığı’nın açtığı Müfettişlik sınavını kazanarak orada devam ettim. Ve burada da kendimi bir insan hakları savunma alanında buldum. 1990’ların başından itibaren 28 Şubat’ın ayak sesleri gün geçtikçe yaklaşıyordu.
28 Şubat’a götüren ana sebepler
Başörtüsü yasağıyla başlayan sürek avı bir süre sonra genişleyerek ‘dindar kamu görevlilerinin fişlenmesi ve görevlerinden uzaklaştırılmalarıyla devam etti.
Kamu görevlisiydim ama fıtri yapım icabı haksızlıklar karşısında kayıtsız kalamıyordum. 28 Şubat’ın en etkili olduğu sektörlerden biri de Sağlık sektörü idi. Bünyesinde sektöre yardımcı sağlık personeli ve yönetici yetiştiren Sağlık Meslek Liseleri ve Sağlık Eğitim Enstitüleri vardı. Özal hükümetleriyle birlikte sözkonusu okullara atanan muhafazakar yönetici ve öğretmenlerin de tesiriyle o okulların çehresi değişmişti. Gerçekten o günlerde okullarda, sektörün ihtiyacını karşılamak adına verimli, kaliteli bir eğitim ve öğretim hizmeti veriliyordu. Okulların yönetici kadrosunun yenilenmesiyle birlikte dindar aileler de çocuklarını bu okullara göndermeye başladılar. Dolayısıyla bir ideolojik değişim de yaşandı. Kız öğrencilerden başlarını örtenler çoğalmaya başladı. Mezuniyetlerinden sonra da çalışmaya başladıkları kurumlarda da örtünmeye devam ettiler. Tabii ki, bir de Tıp Fakültesi mezunlarında da aynı ölçüde bir trend oluştu.
Muhafazakar ailelerin çocuklarının daha iyi eğitim şartlarına ulaşmaları ve dini endişelerle imam hatip liselerine gönderilen kızlardan başarılı olanların tıp fakültelerini tercih etmeleriyle dindar öğrencilerin tıp fakültelerinde çoğalmaya başladığı yıllardı. Bunun ivmesinin gün geçtikçe artması malum çevreleri rahatsız etmişti. Bir de o dönemde trendi yükselen eğitim kurumlarından birisi de İmam Hatip Okullarıydı. Eğitim seviyelerinin yükselmesiyle birlikte üniversitelere daha çok öğrenci göndermeye başladılar. O zamana kadar kız çocuklarını ilkokuldan sonra üst eğitime göndermeyen muhafazakar aileler, kalitesi yükselen bu İmam Hatip Liselerine göndermeye başladılar. Okumanın önemine inanan bu çocuklar biraz da mağduriyet / mahrumiyet psikolojisiyle eğitime daha çok motive oldular; daha çok sarıldılar. İmam Hatiplilerin üniversitelere girişteki engellerin kaldırılmasıyla birlikte bu okullara teveccüh biraz daha arttı. Onlar da normal düz liseler gibi her fakülteye engelsiz girebilme hakkı kazandılar. İşte bu trend haliyle bir süre sonra kamu bürokrasisine yansıdı. Askeriyede, emniyette ve yargıda önemli ölçüde istihdam imkanı buldular.
Batı Çalışma Gurubu
Bu durumdan rahatsız olan belli ideolojik kesimler bu gidişatın önüne bir set çekmeyi projelendirmeye başladılar. Bunun için de özellikle TSK’yı aktif bir şekilde sahaya çekmeye gayret ettiler ve kısmen de başarılı oldular. TSK içinde gayri resmi bir organizasyona gidildi. O günkü ismiyle “Batı Çalışma Gurubu” organize edildi. İllerde gayri resmi izleme birimleri / kurulları ihdas edildi. Kamu çalışanları fişlenmeye başlandı.
Birkaç temel alan belirlenmişti. Oralarda sürek avı başlatıldı. Öncelikle TSK’da dindarlığından şüphe edilen muvazzaf subaylar izlemeye alındı. Zaten TSK’ya öğrenci alımında ailenin tüm bireyleri istihbarı bir yoklamadan geçiriliyordu. Adayın evine kadar gelinerek yoklama yapılıyordu. Ev içinde dindarlık belirtisi olabilecek her ne bulurlarsa bunu olumsuz olarak not ediyorlardı. Misal, evin içinde Anne ve kız kardeşlerden birisi başörtülü ise bu durum olumsuzluk göstergesiydi. Evin içi didik didik aranırdı. Kitaplıklarına bakılırdı. Dindarlık adına evin içinde görülen her şey olumsuz bir şekilde not ediliyordu. Ve haliyle bu çocuklar sınavı kaybediyordu.
Dindar ailelerin çocuklarının sınava girmemeleri veya girip de kazananları başlatmamak için bin bir türlü yola, tedbire başvuruluyordu.
Çocuklarının arzu edilen kuruma girmesini isteyenler, sınava girmedeki bu sözkonusu engellerin aşılması adına bir süreliğine de olsa o dindar görüntüyü askıya alıyorlardı. Örneğin, aile bireylerinden başörtülü birileri varsa, bir süreliğine de olsa başörtüsünü çıkarıyorlardı. Seküler bir aile görüntüsü vermeye çalışıyorlardı.
TSK’daki bu yoklama şekli bir süre sonra değişik kamu kurum ve kuruluşlarına da yansımaya başladı. Diyelim ki, kişi herhangi bir uzmanlık veya müfettişlik sınavının yazılısını kazandığı zaman kurum, ilgili birimde çalışan bir personeli görevlendirerek sınavı kazanan öğrencinin evine gönderip ailenin durumunu not ediyor ve ayrıca komşularından sorularak kişinin ideolojik yapısı araştırılıyordu.
Yazı dizisi devam edecek…