Bugün 28 Şubat’ın seneyi devriyesi. Muhafazakar mahallenin vakıf ve dernekleri o günlere ait hatıraları tazeleyerek sürecin aktörlerine beddua / lanet okuyorlar.
28 Şubat döneminde bir bakanlıkta başmüfettiş olarak görev yaparken Batı Çalışma Gurubu tarafından Başbakanlık Takip Kurulu’na ihbar edildim ve hakkımda inceleme ve soruşturma yapıldı. Eşimin de başörtüsünden dolayı öğrenci olduğu fakülteden ilişiği kesildi. Ayrıca Türkiye genelinde yaptığım teftiş, denetim ve incelemeler nedeniyle onca hukuksuzluğa, zulme şahitlik eden bir kamu görevlisiydim.
Yine kaderin bir cilvesi olarak 2003 yılında Teftiş Kurulu Başkanı olduğumda o güne kadar “kılık kıyafet yönetmeliğine aykırı davrandıkları” gerekçesiyle memuriyetle ilişkilerinin kesilmesi önerilerini havi disiplin dosyaları hakkında da son kararı verecek olan Yüksek Disiplin Kurulu’nda bulundum.
Bu süreçlerde hukuk dairesi içerisinde gücümün yettiği yere kadar bu insanların haklarını korumak için mücadele ettim. Asla pişman olmadım. Tam aksine bunu kendim için bir kazanç olarak gördüm.
28 Şubat ile ilgili yazmayı hiç düşünmüyordum. Bu kadar olup bitenden sonra sürece dair yazmanın herhangi bir kıymeti harbiyesinin olabileceği kanaatinde değildim. Çünkü 15 Temmuz’dan sonra yeni bir vesayet rejimi inşa edildi. O günlerde 28 Şubat’ın kudretlileri tarafından soruşturulurken bile geleceğimden endişe duymamıştım. Türkiye üzerinde vesayetin gölgesi olsa da halen hukukun kırıntılarının olduğu inancındaydım ve sonuçta bu doğrulandı. Ama farzımuhal bugün halen kamuda çalışıyor olsaydım ve aynı ölçekte iktidarın gayri hukuki uygulamaları nedeniyle geçmişteki itirazlarımı ısrarla yapsaydım, bugünün kudretlilerinin hoşuna gitmeyen tutum ve davranışlarım nedeniyle yüksek bir ihtimalle ben de bir KHK kurbanı olurdum.
Elbette o süreçte de ciddi insan hakları ihlalleri sözkonusu oldu. Kamunun içerisine kümelenmiş bir azınlık keyfi uygulamalarla binlerce insanın hayatını kararttı. Bu tespit inkârı kabil olmayan bir gerçek.
28 şubattaki antidemokratik uygulamaların neticesinde ülke hem sosyal ve hem de ekonomik olarak bir yıkımın eşiğine gelmişti. Doğal olarak hukuk devletinden uzaklaşılması nedeniyle bu yıkım mukadder olmuştu. İlahi adaletin bir tecellisi ve “zalimlerin ömrü uzun olmaz” kaidesi mucibince girilen ilk seçimde zulmün aktörleri büyük bir yenilgi yaşayarak 2003 yılında karşılarına aldıkları kesimin aktörlerine iktidarı teslim etmişlerdi. Yine Allah’ın imkanları insanların arasında dolaştırma sünnetine uygun olarak bu sefer devran dönmüş, dönemin mazlumları işbaşına geçmişlerdi. Bu da bugüne kadar ciddi bir güç ve iktidarla sınanmamış olan bu kesim için bir milattı.
2010 yılına kadar iktidar ve dış müttefikleri, vesayet rejimini ayakta tutan kolonları kırmakla vakit geçirdi. Henüz “mutlak iktidar” seviyesine ulaşılmamıştı. Ancak ufukta ciddi emareler gözüküyordu. İşte bu aşamadan sonra iktidar mücadeleleri başladı. Mutlak iktidarı ellerinde tutmak için kıyasıya birbirlerine girdiler.
İktidar aktörlerinin kamu imkanlarını kullanmak konusunda zaten İstanbul Belediye pratiğinden edindikleri bir tecrübeleri vardı. Şimdi de iktidarı ellerinde tutmak ve başkalarına kaptırmamak adına finansal havuzlar oluşturuldu. 17-25 Aralık operasyonları bu mevcut yolsuzluk ağına karşı girişilen bir operasyondu. AKP iktidarı bunu kendi lehine dönüştürerek güç temerküzü oluşturdu.
Henüz dinamiği tam olarak çözülemeyen 15 Temmuz başarısız darbe teşebbüsüyle iktidar 20 Temmuz’da kendi 28 Şubat sürecini başlattı. Çıkarılan binlerce KHK ile muazzam bir sürek avı başlatıldı. Hukuk devleti anlayışı askıya alınarak ciddi insan hakları ihlalleri yaşatıldı. Şu anda milyonlarca insan bu hukuksuz rejimin ağır baskısına maruz kalmış durumda. Ve bu adaletsiz uygulamaların sonucu olarak ülke hem sosyal ve hem de ekonomik olarak çökmüş durumda.
Halbuki geçmişin mazlumları olan bugünün muktedirlerinden beklenen neydi?
Asla rövanşist bir anlayışa fırsat vermeyerek geçmişte kendilerine yaşatılanların aksine o günün zalimlerine adil davranmak, yer yer affederek öç almaktı. Evet, kendilerine reva görülen zulmün faillerini affetmek büyük bir erdem olduğu gibi aynı zamanda öç almanın en iyi yöntemidir. Biraz zor gibi görünüyor ama gerçekten çok erdemli bir karşılık olacaktı.
Bunu yapmadıkları gibi riyakarca bir siyaset takip ettiler. 28 Şubat’ın güçlü siyasi aktörleriyle (Bahçeli, Perinçek, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller vs.) ittifak edip, geçmişte kendilerine destek veren kesimlere karşı zulüm mekanizmaları işlettiler. Geçmişin vesayet rejimiyle hesaplaşmak yerine onlarla tekrar uzlaşmayı tercih ettiler.
Ne yazık ki umduğumuz gibi olmadı. Olmayışı benim için sürpriz değildi. Çünkü o erdemli karşılığı verecek liyakate ve erdeme sahip değillerdi. İktidarlarını korumak için hukuka değil paraya, güce güveniyorlardı. Onun için de bu yola tevessül ettiler.
Halbuki AKP iktidarının hasımlarına adalet dersi vermek için elinde güçlü argümanlar ve imkanlar vardı. Eğer gereği gibi kullanmış olsalardı asıl bu imkanlar için ‘Allah’ın lütfu’ demek uygun olurdu. Yukarıda ifade ettiğim gibi onlar hukuka değil, paraya ve güce güvendiler.
Tekrar başa dönelim. Allah imkanları insanların arasında böylece dolaştırıp duruyor. Bu imkanları adaletle kullanmayan bugünün siyasal aktörleri geleceğin tarihine mağluplar olarak geçecekler. Ve arkalarında büyük bir hukuk tahribatı bırakmış olarak çekilecekler. Dünün mazlumları ise bu süreçte uygulanan anti demokratik uygulamalara açıktan veya zımni olarak destek verdiklerinden dolayı büyük bir pişmanlık duyacaklardır.
Bir başka gelecek öngörüm de şudur: -Allah muhafaza- eğer iktidar gücü tekrar 28 Şubatçılar benzeri bir gücün eline geçerse bu seferki rövanşlarının çok daha ağır olacağını tahmin ediyorum. Çünkü mevcut iktidar son 10-15 yılda karşı cenahta çok büyük bir kin ve nefret biriktirdi. Bu baskının sonucunda oluşabilecek infilakın tesirleri de o ölçüde büyük olacaktır. Ve o gün aynı mahallede ikamet etmemelerine rağmen insan haklarına olan duyarlıkları nedeniyle 28 Şubat mağdurlarının yanında yer alanları da gelecekte yanlarında bulamayacaklar, üstelik yardım istemeye de kimsenin yüzü olmayacaktır.
Öyle görünüyor ki ülkemizde yaşanan bütün bu fırtınaların atlatılması, güzel günlere barış ve esenlik içinde ulaşılması için toplumun ilmi ve ahlaki anlamda mesuliyet sahibi bireylerinin mükellefiyetlerinin gereğini yerine getirmelerini beklemek zorundayız.