Evet, şimdi de 2000’li yılların 28 Şubat’ını yazmaya gayret edeceğim.
Ama önce buraya kadar yazdığım 1990’ların 28 Şubat’ında yaşananların bir özetini yapayım;
1990’ların 28 Şubat’ının en kısa özeti şu olabilir: O günkü müesses düzen sahiplerinin kendi düzenlerini, iktidarlarını sağlama almaya yönelik emellerinin önünde en büyük engel olarak gördükleri bir kesimi bertaraf etmek için uyguladıkları gayri hukuki, gayri insani sürecin adıdır. Buradaki temel saik, kendi müesses düzenlerini sağladığı imkan ve kabiliyeti kimseyle paylaşmak istememeleridir.
Aslında insanoğlunun mücadelesinin en başat sebebi iktidar kavgasıdır. Egemenlik ve ganimet mücadelesidir.
Evet, bir iktidar kavgasıdır. İktidarını kimselerle bölüşmek istememeleridir. İşte 28 Şubat tamamen böyle bir aklın ürünüdür. Beyaz yakalılar olarak pastayı ülkenin zencileriyle paylaşmak istememeleridir!
Akıldan, hikmetten, vicdandan, merhametten mahrum bir azgın muhteris azınlık, ülkenin kaderini ellerinde tutmak için çok büyük bir zulme imza attılar.
Ve iktidar sarhoşluğuyla ila nihai bu düzenin böyle devam edeceğini zannediyorlardı. Onun için de uzun ömürlü olacağını ‘bin yıl’ ile telaffuz ederken adeta -hâşa- sonsuzluğu işaret ediyorlardı.
Allah’ın varlığını hesaba katmayan her iddia sahibi iddiasıyla vurulur. İşte 1990’ların 28 Şubatçıları da hesap üzerine hesap yaptılar. “İnsanlar plan yapar, kader gülermiş.” 1990’ların 28 Şubat hesabı da böyle oldu. Ancak siz yine de benim böyle dediğime bakmayın. Çünkü maç 90 dakika; 88 inci dakikadaki skora bakıp karar vermeyin. 10 yıllık bir kesintiden sonra 28 Şubat’ın kaldığı yerden daha da şiddetlenmiş haliyle devam ettiğine tanıklık ettik. Yani, bittiğini zannettiğimiz süreç koca bir yanılsamadan ibaretmiş.
Ak Parti İktidarının İlk Yılları
2002 Kasım’ında iktidar el değiştirdiğinde herhalde en çok sevinenler muhafazakâr/dindar cenah olmuştur. Bir bakıma 28 Şubatçılarla yapılan rövanş maçını kazanmış olmanın sevincini ve keyfini yaşıyorlardı. Ak Parti iktidarının ilk yıllarında halen askeri vesayet hükmünü icra etmeye devam ediyordu. İktidar el değiştirmiş ama iktidar üstü askeri güç vesayetini sürdürüyordu. Yani, siyaset kurumunun üzerinde boza pişirmeye devam ediyordu. AKP iktidarını nasıl alaşağı edeceklerinin plan/projelerini tartışıyorlardı. Bunun demokratik yöntemlerle başarılamayacağına kanaat getirdikleri için yine anti demokratik yol ve yöntemleri planlıyorlardı. İktidar ve ortakları ise bunun farkında olarak bu vesayeti zamana yayarak aşmanın yollarını aradılar. Onların da kendilerine göre plan, projeleri vardı.
Belli başlıları;
-Müttefik ABD ile daha iyi ilişkiler kurmak; yani, ABD’yi arkalarına almak (BOP bu sürecin bir ürünü).
-ABD’deki etkili Yahudi lobileriyle yakınlaşmak ve onlarla ortak etkinlikler yapmak. İsrail ile ilişkileri geliştirmek.
-AB ile üyelik girişimlerini güçlendirmek ve milli hukuku AB müktesebatıyla uyumlu hale getirmek. Demokratik reformlarla Avrupa Birliğinin desteğini arkasına almak.
-Ve askeri vesayeti kırmak adına başlatılan bir takım inceleme ve soruşturmalar (Ergenekon, Balyoz ve Darbe Planları)
2010 yılında yapılan Anayasa reformu halk oylamasında çıkan olumlu sonuçla bir bakıma askeri vesayetin son perdesi de kapanmış gibiydi. O an için ülkenin sağcı, muhafazakâr, liberal ve demokratları yarın adına umutlanmışlardı; müesses düzenin istinat ettiği derin gücün önemli bir darbe yediğini düşünüyorlardı.
Mutlak İktidar Tutkusu
İşte burada bir sosyal kanun devreye girdi. İnsanların kendilerini en güçlü hissettikleri ve gücü kendilerinden menkul gördükleri anda tehlike çukuruna yaklaşmış demektir. Mutlak iktidar düşüncesi -Allah muhafaza- uluhiyet iddiasına kadar gidebilir. Bu öyle bir hissiyat ki, kendi kendini yeter görür. “Bundan böyle kimsenin yardımına ihtiyacım yok. İstediğimi alır; istemediğimi satarım” anlayışına teslim olur. Bu halet-i ruhiyenin bir eseri olarak yavaş yavaş çizgiden çıkmaya ve kendini yenilmez güç olarak görmeye başlar. Eski dostlarını uzaklaştırıp, onların yerine kendilerine biat edecek; sadakat duyacak yenilerini getirirler. Nitekim öyle de oldu. AKP iktidarı kendisiyle beraber yola revan olanları yolda tek tek bırakarak devam etti.
17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarından sonra iktidar kendilerine karşı operasyon çekildiğini/ darbe yapıldığını düşünerek eski ortaklarını tasfiye edip yeni ortaklar edindi.
Kimdi bu yeni ortaklar?
1990’ların 28 Şubat’ının o bilinen aktörleri…
Kodeslere tıktığı tüm o eski aktörleri tekrar görevlerine iade ederek bir bakıma onlarla zımni bir anlaşmaya vardılar. Ebu Müslim Horasani’nin ifadesiyle, “Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”
Evet, tam da böyle oldu. Görüntüde “yıkılan iktidar olmadı; iktidar karşıtları oldu.” İşte bu tam bir yanılsamaydı. Aslında iktidar o gün yıkılmıştı. Çünkü o iktidarı, iktidara taşıyanların, destekleyenlerin buradaki temel arzuları; müesses düzenin, siyasetin üzerindeki vesayetinin tasfiye edilmeseydi.
İktidar içinde yaşanılan çatışmanın sonunda iktidar aktörleri “halkın iktidarı” yerine kendi şahsi iktidarlarını sürdürmenin derdine düştüler. Eski vesayetçileri tekrar göreve çağırarak iktidarı onlarla paylaştılar. Onlar da uzak kaldıkları sürece bıraktıkları yerden “Nerede kalmıştık” diyerek büyük bir hırs ve kinle işlerine koyuldular.