Üç, dört bölüm sürecek olan bu yazımda 1990’lı yıllarda başlayan ve bugün de farklı boyutlarda benzerlerini yaşamakta olduğumuz “28 Şubat” olarak isimlendirilen hukuksuz bir sürecin yol açtığı trajedileri anlatmak istiyorum. O yıllarda bir şekliyle sürecin şahidi birisi olarak hem gözlemlerim hem de hatıralarım üzerinden nasıl bir cenderenin içerisinde yuvarlandığımızı ve toplum olarak bu süreçte ne kadar büyük zayiatlar/kayıplar verdiğimizi zihni melekelerimin el verdiği ve dilimin döndüğü kadarıyla ifade etmeye çalışacağım. O günlerde yaşananları naklederken, yorumlarken mümkün olduğu ölçüde hislerime, duygularıma mağlup olmadan objektif olmaya gayret edeceğim.
Bunları bugün niçin yazıyorum?
Çocukluğumdan bu tarafa hatırladığım kadarıyla hep zayıfın, mağdurun, haksızlığa ve zulme maruz kalmışların yanında olmaya çalıştım. Gönlüm yufkadır; elhamdülillah düşmanıma bile merhametliyimdir. Elini uzattığı zaman onu tutmada tereddüt etmedim; etmem. Bir yaşında yetim kaldım. Yoksulluğun, yoksunluğun, mahrumiyetin, kimsesizliğin, bozkırın kıraç toprağında ayakta durmanın zorluklarını yaşayarak büyüdüm. Yaşadığım sıkıntılar şahsiyetimi inşa etti. Bu halet-i ruhiyeye sahip birinin hatıraları olarak ve empati yaparak okumanızı dilerim.
Bu yazacaklarımın yanlış anlaşılmaması, ön yargılara kurban gitmemesini arzu ederim.Yine bunları bir rövanşizme karşılık gelsin diye de yazmıyorum. Bugün yapılanlara -hâşa- haklılık çıkarmak adına da yazmıyorum. Ki bugüne kadar yazdıklarım ortada. Bunun ötesi okuyucularımın takdiri…
“Peki, neden bugün yine bu mevzuu gündeme getiriyorsunuz? Mevcut iktidarın halen ekmeğini yediği bir trajediyi niçin yazıyorsunuz? Üstelik o dönemin mağdurlarının bugün nasıl da mağrur oldukları ortadayken niye?” diye haklı bir sual sorulacak olursa onlara da şunu ifade etmek isterim:
Elbette kimsenin bugün yaşananlar üzerinden ne 28 Şubat’ta yapılanları hafife alma ve ne de o acıları ikide bir gündeme getirip devri sabık yaratma ve dahi birilerinin ekmeğine katık yapmaya hakkı yoktur. Kimsenin de o gün yapılanları ‘devletin kendini koruma refleksi” gibi görüp doğal karşılamaya da hakkı olmadığı kanaatindeyim. Ayrıca bu yazı serisinde bugün yaşadığımız 28 Şubat’ı da yazacağım inşallah.
28 Şubat’ta yaşananların spontane gelişen bir siyasi anlayışın sonucu olmadığı her akıl sahibinin bildiği bir gerçek olduğunu düşünüyorum. Konu, T.C. tarihinde tarihsel arka planı olan önemli bir mevzudur. Müesses düzen her dönem bazı kesimleri kendi varlığı için hep tehlike olarak görmüştür.
28 Şubat’a nasıl varıldı?
Peki,1990’lara kadar devletin bu mesafeli ve yer yer engelleyici duruş pozisyonu neden şiddete inkılap etti?
Çünkü 1990’lara kadar Türkiye’deki dindar çevre henüz merkeze intikal etmemişti. Çeperinde dolaşıyordu ama müesses düzeni tehdit edecek bir pozisyona erişmemişti. Üniversitelerde başörtülü öğrenciler henüz dikkat çekecek boyutta bir sayısal görünürlüğe erişmemişlerdi. Dindar muhafazakâr mahallenin çocukları bürokraside bir varlık gösterememişlerdi henüz.
1980 sonrasındaki Özal hükümetleriyle birlikte İslami çevrenin sivil inisiyatif kurum ve kuruluşlarının daha rahat faaliyet gösterebilme hürriyetine kavuşmaları, çiftçinin çocuğunun öğretmen, öğretmenin çocuğunun avukat, doktor vb. olmak üzere taşralı muhafazakar gençlerin büyük şehirlere üniversite eğitimi görmeye gelmeleri ve yine ANAP iktidarının o gençlere bürokraside görev alma imkanlarını aralaması haliyle o güne kadar kendilerini devletin yegane sahipleri olarak gören bir anlayışı ciddi bir şekilde rahatsız etti; tedirginlik oluşturdu. “Bu süreç böyle devam ederse devletle ilgili tüm imtiyazlarımızı kaybederiz” gibi bir endişe hasıl oldu. Bu sebeplerden dolayı devlet aklı, bu sürecin önüne nasıl geçilebileceğini düşünmeye başladı. 1990’lara gelindiğinde kendilerini müesses nizamın sahibi olarak görenler açısından korku ve endişeye sebep olan tablo daha da güçlenmişti. Gerek bürokraside gerekse akademiyada ciddi, görünür bir gelişme sözkonusu idi.
Dişe diş mücadele
İşte o derin devlet aklı bir karara vardı; “Dişe diş mücadele.” Ancak süreç TSK içerisindeki azınlık, muhteris, azgın bir ideolojik guruba bırakılmıştı. Onlar da meydana kurmay aklı ile değil, hoyratça çıktılar. Önünü, arkasını hesaplamadan işe giriştiler. Malumdur ki, bu tür bir baskılama ve zorlama girişimi mutlaka karşı cephenin oluşmasına ve gün geçtikçe kuvvet kazanmasına sebebiyet verecekti ve verdi. Bunu bilmek için alim, uzman olmaya gerek yok. Ve haliyle bu şiddet politikasına istinat eden siyasi örgütlerin başarılı olma imkanı da olamaz. Baskı, zulüm ve hürriyetten mahrum bırakma girişimleri o toplumu sosyal ve ekonomik anlamda çöküntüye götürür.
Ve öyle de oldu. Baskı ve zulmün şiddetlendiği DSP-ANAP-MHP koalisyonu döneminde her türlü yolsuzluk ve banka hortumlama söylentileri ayyuka çıkmıştı. Ülke fakirleşmişti; huzursuzluk artmıştı. İşte her zaman olduğu gibi bu şiddet politikaları aynı zamanda kendi rakibini de inşa ediyordu. Bir önceki iktidarda sözkonusu siyasi anlayışın mağduru olan “milli görüş hareketi” her gün gelişme istidadı gösteriyordu. Toplum genelde mağdurun yanındadır. İşte kifayetsiz muhterislerin hesaba katmadıkları husus burasıydı.
Bir mağduriyetten doğan parti
Evet, milli görüş bu mağduriyet psikolojisi altında daha çok bilenmiş ve güçlenmişti. İşte burada yeni bir operasyon çekmek istediler; “Bu siyasi hareketi bölmek.” Şimdi mevzuyu dağıtmamak adına o bölünme sürecinin detayına girmiyorum. O operasyon da başarıldı ve milli görüş siyasi hareketi ilk defa Erbakan Hoca’ya rağmen ortadan ikiye bölündü. Ve malum çevreler Erdoğan önderliğindeki ekibi ana akım medyanın desteği ile gündemin birinci sırasına koymayı başardılar. Yapılan ilk seçimde de R. Tayyip Erdoğan liderliğindeki Ak Parti önemli bir sayısal çoğunluğa erişip tek başına iktidar olma şansını yakaladı. Tabii ki, 28 Şubat aktörleri büyük bir sukut-u hayali uğradılar. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanmışlardı.
Yazı dizisi devam edecek…