Bugün dünden daha çok tarihin yol göstericiliğine ihtiyacımız var.
Nasıl 20.Yüzyılın başlarında Avrupa’da ortaya çıkan demokratik rejimler faşizme ve totaliter rejimlere yenik düştülerse, bugün de bu tehlike fazlasıyla mevcut.
20. Yüzyıl Avrupa tarihi, bize demokrasilerin çökebileceğini, anayasaların işlevsiz kalacağını, toplumların ahlaki ve akli melekelerinin dumura uğrayabileceğini gösterdi.
Globalleşmenin yol açtığı eşitsizliğe çözüm bulamayan, daha doğrusu gelişmenin yönünün hep daha iyiye doğru olacağı inancına teslim olmuş yönetimlerin basiretsizliği ve çoğu kez eksik aksak da olsa, demokratik geçmişimizin bizi otoriter-totaliter ya da faşist bir yönetimin neden olacağı yıkımdan koruyacağı pasifizmi, kurumlarımızı birer birer yok ediyor. Tıpkı, 1900’lü yılların ilk yarısında Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi…
Halkının sadece temsilcisi ya da sözcüsü değil, aynı zamanda halkın ruhu hatta kendisi olduğunu ileri süren popülist liderler, demokrasinin onlara sağladığı imkanları kullanarak, anayasaları yırtıp atıyor, çoğulculuğu ve siyasi kurumları çökertiyorlar.
Anayasası ve kurumları çöken ve siyasetsizleştirilen ülkelerde olan her şey bizde de oluyor. Devlet rasyonelitesi ortadan kalkıyor. Bu nedenle krizler krizleri kovalıyor ve ülke kriz olmadan varlığını koruyamayan ve toplumsal rıza üretemeyen bir rejim tarafından yönetiliyor. Birbiri ardına gelen krizler ise toplumun akli melekelerini yok ederek, toplumu içe doğru çökerte çökerte derinleşiyor.
Carl Schmitt’in sözleriyle “egemenin olağanüstü hale karar verebildiği” bir rejimde, farklı seslerin baskı yoluyla kısılması ise, eski krizlerden ve tarihten ders almamızı ve kollektif bir hafızaya sahip olmamızı imkânsızlaştırıyor.
Çünkü sürekli tarihi an’lar, tarihi olaylar, tarihi kararlar, tarihi bir meydan okuma duygusunun yukarıdan boca edildiği toplumlarda artık tarih anlamını yitiriyor. Toplumu sürekli teyakkuz halinde tutmadan, rejim kendi varlığını sürdüremez hale geliyor.
Bu nedenle bu tür rejimler gerçek ya da hayali düşmanların varlığına ihtiyaç duyarlar. Dış düşmanlar yetmediği zaman iç düşmanlar yaratılır ve iç düşman halkası sürekli genişler. Bir süre sonra kimse kendisinin nerede olduğunu ve neye karşı savaş verdiğini hatırlamaz hale gelir.
Orwell, 1984 romanında bunu çok güzel anlatır. Romanda sürekli savaş halinde olan bir imparatorluk vardır. Ama kiminle savaştığı belli değildir. Devletin hafızasını yöneten kurumlar ise dünü yok etmekle yükümlüdür. Çünkü kitlelerden beklenen sadece anı yaşamasıdır.
Siyasetsizleştirilen toplumlarda bu durumun sonuçları çok yakıcı olur. Çünkü uzun süredir gerçek sorunlara muhtemel çözümlerin tartışılmasından ziyade iyinin ve kötünün tartışılmasına dönüşmüş olan siyaset ortamı otoriter rejimin elini güçlendirir. Artık itaatkarlık sadece sıradan vatandaşları değil, örgütlü siyasi kurumları ve partileri de esir alır. Milliyetçilik, vatanseverlik, dış saldırılar karşısında birlik, beraberlik söylemleri kitleleri sarıp sarmaladığında, muhalefet partileri kendilerinin de en az iktidar kadar vatansever olduğunu gösterme yarışına girişirler. Bu, iktidara geride kalan kurumları bütünüyle yok etme fırsatı verir.
Oysa ortak aklımızı, ahlakımızı ve vicdanımızı korumamız, kapsayıcı demokratik kurumların varlığına bağlıdır. Bu kurumları kullanarak iktidara gelen popülist liderlerin, güçlerini pekiştirmek için güvenlik siyasetini öncelemeleri ve bunu bahane ederek kapsayıcı kurumları ortadan kaldırmaları çoğu kez muhalefetin desteği ile gidilen seçimler ve referandumlarla mümkün kılınır ve rejim öngörüldüğünden çok daha hızla dönüştürülür.
Kapsayıcı kurumlar tahrip edildikçe, ekonominin tahrip olması da kaçınılmazdır. Ne var ki, bu tahribat daralan ekonomik kaynakların gücü elinde tutanların zenginleşmesini ve savaş siyasetinin kalıcılaşmasını kolaylaştırır. Ve bu durum çok uzun bir karanlığı beraberinde getirir.
Tarih, muhalefetin, iktidarın metaforlarına, sloganlarına sarılarak ne kadar milli ve vatansever olduklarını kanıtlamaya çalıştıklarında bir ülkenin ne hale geldiğini gösteren sayısız dersler içerir…
İşte bugün çoğulcu sivil siyasete, güçlü ve sorunlara çözüm üretme kapasitesine sahip bir muhalefete ve açık bir siyaset ortamının varlığına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Toplumsal hafızamızın tamamen çökmemesi ve gerçeklik algısından kopmadan, bir savaştan bir başka savaşa ve çatışmaya sürüklenmemek için tarihin yol göstericiliğine başvurmamızın zamanı geldi geçiyor. Seçenek olmadan, ya da büyük yıkımlar yaşanmadan otoriter rejimler kendiliğinden demokrasiye evirilmezler.
Siyaset ve özgür seçimler bu yıkımı önlemek için vardır.