Kötü yönetilen Türkiye eşi görülmedik ve çok yönlü bir krizin içinden geçiyor. Aşağı doğru gidiş henüz en kötü noktasına varmadı, dibe vurmadı.
Demokrasi, temel özgürlükler ve bir arada yaşamanın en güçlü teminatı adalet çöküntü içinde. Kamu hayatının her alanı, tek bir merkezin tekeli altında şekilleniyor. Demokrasinin ayrılmaz parçası olan denetim ve denge, hemen hemen işlemez durumda.
Ekonomi sallanıyor, hızla çöküşe ve iflasa, döviz borçlarını ödeyemez noktaya doğru gidiyor.
Türkiye jeopolitiği için ağırlık taşıyan üç coğrafya Amerika, Avrupa ve Ortadoğu’dur. Her üç bölgeyle ilişkiler daha önce hiç görülmedik ölçüde kavgalı veya bozuk. Tek istisna Rusya. Onun da nedeni Putin’in, Ankara’nın öngörülemez zikzaklarından cesaret alarak, Batı cephesinde derin bir çatlak yaratmak hedefi. Rusya bu amacına ulaşırsa, Türkiye’yi kullanarak, 21. yüzyıldaki en büyük stratejik zaferini kazanmış olacak.
Bu noktada bir parantez açabiliriz. İzlenen dış politika, 1950’de çok partili rejime geçişten bu yana zamanın çoğunda ülkeyi yöneten merkez sağın duruşuyla ciddi bir zıtlık içinde. Demokratik rejim ve temel haklar açısından da büyük ölçüde öyle. Mevcut iktidar sözcülerinin, sık sık kendilerini 70 yıllık Menderes-Demirel-Özal geleneğinin devamı gibi gösterme gayreti temelsiz bir iddia.
Bütün olumsuz gelişmeleri alt alta yazdıktan sonra, bir de Kürt sorununa işaret etmek gerekir (yoksa bazılarının ifade ettiği gibi, Türk sorunu mu diyelim?). Gönüllü beraberlik, bir ülkenin bütünlüğünün sürdürülebilir tek güvencesidir. Türkiye özelinde buna bir de AB üyeliği ilave edilmelidir. Şimdi hem gönüllü beraberlik arayışından, hem AB yolundan vazgeçilmiştir.
Bu ağır tablo karşısında, iktidara alternatif olabilecek bir muhalefet ortada yok. Hemen herkes görüyor ki mevcut muhalefet mecalsiz, çaresiz ve umutsuz bir vaka oluşturuyor.
Ülkenin yeni bir sese ihtiyacı var. Görev, içinde bulunduğumuz vahim durumun bilincinde olan ve sivil siyasete inananlara düşüyor.
Temel ilkeler
Yeni bir siyasetin en arka ve en soyut plandaki temeli; bilgi, ahlak ve estetik üzerine kurulu olmalıdır. Bu unsurların siyasetle ilişkisinin doğru yerlerine oturtulması gerekecektir. Bu konuyu bir başka vesileyle daha ayrıntılı şekilde ele almayı umuyorum.
Bir adım sonra gelen temel ilkeler demokrasi, özgürlük ve adalet talepleridir.
Demokrasi veya temsili demokrasi, halk egemenliğine dayalı çoğunluk yönetimidir. Bu amaçla seçim, partiler ve meclis gerekir. Şimdi pek çok okuyucu, bu tanımın eksik olduğunu düşünebilir.
Öyle düşünenler haklıdır. Seçimlerin, partilerin ve meclisin olduğu pek çok örnek vardır ki, bunların diktatörlük ve zulüm rejimi olduğunu hemen herkes teslim eder.
Öyleyse eksik olan nedir? Eksik olan, temel hak ve özgürlüklerdir. Demokraside çoğunluk ilkesinin yanında bir başka kuralar dizisi, eşit haklara sahip yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini teminat altına alır. Hiçbir çoğunluk, yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini ihlal etme yetkisine sahip değildir. Bunların başında ifade ve örgütlenme özgürlüğü gelir. İnsanlar düşünce ve inançlarını sözle, yazıyla veya başka şekilde serbestçe anlatabilmelidir. Serbestçe tartışabilmelidir. Değişik düşünce ve inançlara göre serbestçe örgütlenebilmelidir.
Öyleyse temsili demokrasinin veya daha iyi bir ifadeyle özgürlükçü demokrasinin, şu kurallar dizisinden oluştuğunu söyleyebiliriz:
– Irk, cinsiyet, din vs. farkı gözetmeden her yurttaş oy sahibidir.
– Herkesin oyu eşittir.
– Oylama öncesinde serbest tartışma ve medya özgürlüğü esastır.
– Yarış herkese açıktır.
– Kararların alınmasında çoğunluk ilkesi geçerlidir.
– Hiçbir çoğunluk kararı, azınlıkta kalanların temel hak ve özgürlüklerini elinden alamaz.
Bu kurallardan birine dahi uyulmaması, oyunun demokrasi olmadığını söylemek için yeterlidir.
Temel özgürlükler, demokrasinin vazgeçilmez koşuludur. Diktatörler başa geçince ilk yaptıkları işlerden biri daima, anlatım ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlamak olmuştur.
Ancak demokrasi ve özgürlük, hem anlam hem tarih içindeki gelişmeleri açısından farklı iki kavramdır. Temsili demokrasi veya özgürlükçü demokrasi, nispeten yeni bir gelişmedir. Yakın zamanlardan itibaren bugün bildiğimiz şeklini almaya başlamıştır. Özgürlük düşüncesi ise insanlık tarihinin en eski ve en temel arayışlarından biridir.
Özgürlük hepimizin sık kullandığı bir kavramdır. Önemli bir husus, özgürlük kavramının farklı düzlemlerde kullanılmasın mümkün olmasıdır. Bunların zaman zaman karıştırıldığı görülür. O zaman tartışma anlamsızlaşır.
Burada bizim kastettiğimiz, siyasal özgürlüktür. Bir de felsefi düzlemde ele alınan özgürlük vardır. Felsefi bir sorun olarak özgürlük, “insanın gerçek özgürlüğü mümkün müdür?” veya “insan kendi özünü gerçekleştirmekte özgür müdür?” veya irade özgürlüğü gibi konuları tartışırken ele alınan kavramdır. Bunlar özgürlük metafiziği ve spekülatif felsefe alanına girer. Doğruluğu veya yanlışlığının kanıtlanması çok zor önermeleri içerir; ama bu taşıdığı önemi eksilten bir husus değildir.
Benzer şekilde, önemli bir değer olan eşitlik kavramının da farklı anlamları vardır ve zaman zaman bu anlamlar karıştırılarak anlamsız tartışmalar yapılır. Ama bu konuyu da şimdilik erteleyelim.
Siyasi sorun olarak özgürlük, spekülatif olmayan, pratik bir konudur. Başka birisinin değişken, önceden bilinemeyen ve keyfi iradesine tabi olmamak şeklinde tanımlanabilir. Devletin ortaya çıkışıyla, bu tanımdaki “başka birisi” ifadesinin yerine “devlet” sözcüğünü koyabiliriz.
Çünkü bireylerin temel hak ve özgürlükleri, başka her durumdan önce, devletle olan ilişkisinde ortaya çıkar ve devlet karşısında korunmalıdır.
Özgürlük fikrinin zaman içinde ortaya çıkardığı iki talep, sırasıyla, hukuk devleti ve demokrasi olmuştur. Çünkü hukuk devleti anlayışı, devletin birey karşısındaki gücünü sınırlandırmıştır. Demokrasi ise, devlet yönetimine yurttaşların katılımını sağlamıştır.
Özgürlük isteyenlerin güç aldıkları temel kaynak hukuktur. Özgürlük ve hukuk arasındaki ilişki sanıyorum açıktır. İlk çağlardan beri insanlar, özgür olabilmek için başka insanlara değil yasalara itaat etmek gerektiğini görmüştür. Başkalarının keyfi ve değişken iradesi yerine, yasalar tarafından yönetilmeyi kabul etmiştir.
Ancak yine tecrübe göstermiştir ki, yasalar tarafından yönetilmek, özgürlükler için yeterli korumayı her zaman sağlayamamaktadır. Eğer başka hiçbir şeyle sınırlandırılmaz ise ve yasalar hükümdarın istediği her şeyi, her buyruğunu kapsayacak kadar genişlerse, özgürlük yerini kulluğa terk edecektir.
Sadece yasaların varlığı özgürlükleri korumaya yetmediği için, yürürlüğe koyulan yasaların (pozitif hukukun) üstünde, onlara meşruiyet kazandıran, hükümdarın bile değiştiremeyeceği, genel geçerliliği olan başka yasalar aranmıştır. Eskilerden beri devam eden bu arayış, hukuk felsefesinde, doğal hukuk düşüncesini doğurmuştur.
Doğal hukuk düşüncesi aydınlanma ile beraber evrim geçirmiş ve çağdaş ifadesine kavuşmuştur. Aydınlanma felsefesine göre doğal hukuk, her türlü ilahi ve beşeri güçten bağımsızdır. Bulunduğu yer insan aklıdır. Beşeri iradenin ürünü olan yasaların toplamı değil, onların düzenleyicisidir.
Aydınlanma felsefesinin doğal hukuka bir başka katkısı, onu “toplumsal sözleşme” anlayışı üzerine oturtmasıdır. Bu anlayışa göre insanlar, toplum halinde yaşamaya başlamadan ve devlet ortaya çıkmadan önce, “doğa durumunda” bulunuyordu. Bu durumda sahip oldukları, ilk ve başlangıçtaki hak anlamında, “doğal hakları” vardı. Bunların başında, yaşama ve özgür olma hakkı geliyordu. Herkes kendisinin efendisiydi, eşitti ve herkesin kendi yasası vardı; ama aynı zamanda onu başkalarına dayatmaya çalışıyordu.
Bu kargaşa ortamından kurtulmak için, insanların kabul ettiği varsayılan bir toplumsal sözleşme ile devlet kurulmuş, böylece sivil toplum yaşamı başlamıştır. Yasama, yürütme, yargı gibi bazı haklar devlete devredilmiştir. Ama insanlar, yaşama ve özgür olma hakkını devretmemiştir. Aksine amaç, bu hakların daha iyi korunmasıdır.
Aydınlanma felsefesindeki “doğal” terimi, fiziki doğal dünyaya aidiyeti ifade etmez. Maddi ve manevi değerler arasındaki bir zıtlığı da ima etmez. Doğallık, bütün doğruların öncesinde ve kökeninde bulunuştur. Devlet de, kökeninde bulunan bu doğal yasayı içinde taşıyıp ona bağlı kaldığı sürece yaptığı yasaları doğrulayabilecektir. Doğal hukuk ve toplumsal sözleşme anlayışının çekirdeğini, sistematik bir şekilde işlenen, sivil toplumu oluşturan bireylerin vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlükleri oluşturur. Çünkü sivil toplum ve devlet arasındaki ilişkiyi, birey açısından bakarak görmüştür.
Burada özetlemeye çalıştığımız temsili demokrasi, özgürlük ve hukuk devleti anlayışları, evrenseldir. Bu temel taleplerin sağcı, solcu, muhafazakâr, İslamcı, sosyalist, vs. farklı türleri henüz ortaya koyulabilmiş değildir. Farklı sapmalar vardır. Mesela faşist veya sosyalist diktatörlükler olabilir. Ama sağcı veya solcu demokrasi, özgürlük, hukuk devleti yoktur.
Bu evrensel temel değerlerin milli sürümleri de yoktur. Türk, İtalyan, Japon demokrasisi, özgürlüğü veya hukuk devleti de yoktur (dikkat: normatif anlamda konuşuyoruz).
Burada ele aldığımız konuların bir kısmının, çok temel ve basit bilgiler olduğunu düşünebilirsiniz. Öyle düşünenlere işaret etmek isterim ki, bugün ülkemizde geniş bir kesim, özellikle kendini İslamcı olarak tanımlayanların büyük kısmı, yaşanan ciddi ihlallere göz yumuyor veya destek çıkıyor. Temsili demokrasi ve temel hakların ne anlama geldiğini bilmiyor veya bilmezden geliyorlar. Onlara bunu ısrarla hatırlatmamız gerekiyor.
Özgürlükçü demokrasiye bağlı, bireyin temel hak ve özgürlüklerini en önde tutan bir hukuk devleti olmadan, 21. yüzyılda Türkiye’nin önünün açılmasının ve muazzam potansiyelini harekete geçirebilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Böyle bir açılımın öncülüğünü de, ancak bu değerleri bayrak yapan bir sivil siyaset başarabilecektir.