Bu satırların yazarının da içinde yer aldığı Türkiye’nin siyaset ve anayasa teorisyenlerinin en azından bir kısmının 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca siyasî rejimimizin tahlilinde en çok başvurdukları kavramlardan biri, hatırlanacağı gibi, “vesayet” idi: Cumhuriyet’le birlikte Türkiye bürokratik-Kemalist bir vesayet rejimi altına girmişti ve bir türlü tam olarak demokratikleşememesinin temel nedeni de en başta buydu.
Aşağı-yukarı 2007-2008’den itibaren ise “vesayet” terimini sırf tasvirî olmaktan çıkarıp, Türkiye’nin demokratikleşmesi çalışmalarına yol gösterecek kavramsal bir kılavuz olarak kullanmaya başladık. Başka bir anlatımla, liberal-demokrat yazarların dilinde bu terim artık sadece carî rejimin niteliğini göstermiyor, ayrıca Türkiye’de demokratikleşmeyi motive edecek bir “dinamik” anlamı da kazanıyordu: Vesayet, eğer demokratikleşmek istiyorsak kendisinden kurtulmamız gereken bir âraz idi.
İDEOLOJİK VESAYET
Türkiye’nin siyasî rejiminin tanımı için vesayet terimine ilk başvuran Levent Köker oldu. Tek-parti rejiminin ideolojik arka planını araştırdığı Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi (1990) adlı kitabında Köker Kemalizmin nasıl demokratikleşmeyi dışlayan bir vesayet ideolojisi olarak ortaya çıktığını ayrıntılı olarak gösterdi. Aslında, Kemalist ideolojinin devletçi seçkinlerin topluma vesayet etmelerini öngördüğü ne bilinmedik bir şeydi, ne de bizatihi Kemalistler tarafından reddediliyordu. Onun için Köker’in asıl katkısı, bu ideolojinin iddia edildiği gibi uzun vadede demokrasiyi amaçladığı tezini çürütmesi oldu: Kemalizm demokrasiyi hedeflemiyor, aksine kendisini ona alternatif, daha üstün ve kalıcı bir model olarak sunuyordu. Köker Türkiye’nin rejimiyle ilgili olarak daha sonra yazdıklarında da bu ana fikri hep korudu ve demokratikleşmek için bu vesayetçi anlayıştan ve onun siyasal kurumlardaki yansımalarından kurtulmak gerektiğini ısrarla savundu.
Ben de 1989 yılında Türkiye’nin siyasal rejimini tanımlama çabası içinde yaptığım “Devlet ve siyasal sistem” şeklindeki ikili ayrım ve karşıtlık bağlamında, benzer bir mantıkla şöyle yazıyordum: “Devlet siyasal toplumun soyut ve süreklilik gösteren temel unsurudur. Toplumdan gelen talepleri kendi değerlerinin süzgecinden geçirir veya bizatihi bu talepleri denetim altında tutar (…) Onun ideolojisi toplumdan etkilenmez, etkilenmemelidir; aksine topluma hükmedicidir.(…) (Buna karşılık) “siyasal sistem”in işlevi devletin değerleri çerçevesi içinde kalmak kaydıyla, dayandığı toplum katının çıkar, özlem ve beklentilerini yansıtmak ve bunları siyasal kararlara dönüştürmektir. (…) (S)iyasal sistem demokrasinin geçerli olduğu yegâne alandır. Ve demokrasinin devlete sızmaması… gerekir.” (“1980’lerde Türk Siyasetinin Transformasyonu”, Türkiye Günlüğü, n. 9, (Aralık 1989), ss. 31-32).[1] .
BÜRÖKRATİK VESAYET
Öte yandan, Cumhuriyet Türkiye’si yerine geçtiği Osmanlı devletinden sadece siyasî ve bürokratik kadroları değil, onun hikmet-i hükümetçi bürokratik ideolojisini de devralmıştır. Bu da benim çeyrek asrı aşkın bir süredir işlediğim ana temalardandır. Bürokratik vesayet konusunu ilk defa 1991 yılında “Türkiye’de Bürokratik Yönetim Geleneği ve Demokrasi” (Yeni Forum, n. 271, Aralık 1991)[2] adlı makalede ele aldım. Bu makalede, başka şeyler yanında, modernleşme ideolojisine sıkı sıkıya bağlı Tanzimat bürokrasisinin devamı olan Cumhuriyet bürokrasisinin kültürel dönüşüm üstündeki vurguyu artırdıkça kendi alanını demokratik siyaset aleyhine olarak genişlettiğine dikkat çektim. Daha sonraki çeyrek asır boyunca, bürokratik vesayeti ideolojik vesayet ve hikmet-i hükümet felsefesiyle birleştiren bir perspektiften muhtelif yazılar yazarak, Türkiye’nin özgürlük ve demokrasi yönünde ilerlemesinin vesayetçiliğin geriletilmesiyle yakından bağlantılı olduğu görüşünü hep gündemde tuttum.
PRETÖRYEN MUHAFIZLAR
Türkiye’nin geleneksel rejiminde “pretöryenizm”in rolüne temas etmezsek konu eksik kalır. Pretöryenizm askerlerin hâkim bir siyasî rol oynadıkları rejimleri ifade etmektedir. Askerlerin böyle bir rol oynayabilmeleri için her zaman fiilen güç kullanmaları da gerekmez. Hatta sistem içinde askerî etki kurumsallaştığı ölçüde silâhlı kuvvetler fiilen müdahale etmeye ihtiyaç duymayabilir.
Türkiye’de silâhlı kuvvetler resmî ideolojiden aldığı “meşruluk” sayesinde, Roma’nın pretöryen muhafızları gibi (Dahl 1993: 312), hükümeti vesayet altında tutan ve “gerektiğinde” siyasal sürece müdahale eden etkin bir siyasal güç konumunda olmuştur. Gerek 1961 gerekse 1982 Anayasaları resmîleştirdikleri vesayet ideolojisine uygun olarak, askerlerin kamu siyasetinin belirlenmesinde seçilmiş iktidarların ortağı gibi hareket etmelerine ve gerekli gördüklerinde demokratik siyasal süreci bloke etmelerine imkân veren vesayet mekanizmaları öngörmüşlerdir.
KEMALİST VESAYETTEN AKP VESAYETİNE
Nitekim, baştan itibaren AKP hükümetleri başta silâhlı kuvvetler olmak üzere sistemin vesayetçi kurum ve mekanizmalarından şikâyet edegeldi. İktidarının başarında AKP gerçekten de vesayetçi bir kuşatma altındaydı. Ancak zamanla hem seçmen tabanını genişletebilmesi hem de liberal ve demokrat aydınların entelektüel ve akademik desteği sayesinde, bu vesayetçi yapının birçok hukukî ve siyasî desteğini zayıflatmayı ve bu arada silâhlı kuvvetleri geriletmeyi başardı. O kadar ki, 2010 Anayasa değişikliğinden sonra, vesayet zincirlerinden kurtulmakla kalmadı, AKP’nin iktidarı olağanın üstünde güç toplamaya da başladı.
Cumhurbaşkanlığının 2007’den sonra kendisine geçmesi ve seçmen desteğini % 50’lerin üzerine çıkarması AKP’nin güç toplama sürecini başlatan kritik anlar oldu. Zaman içinde, Gül’ün cumhurbaşkanlığının sona ermesiyle birlikte, bütün bu güç bu sefer tek bir kişide toplanmaya başladı. Tayyip Erdoğan’ın 2014’te genel oyla cumhurbaşkanı seçilmesi rejimin tek-adamcı karakterini daha da pekiştirdi. Bu arada, Erdoğan yönetimi altında devletin gitgide parti devleti haline gelmesine paralel olarak, eski vesayetçi sistemin ideolojik dayanakları da bilinçli olarak zayıflatılmaya başladı. Başka bir deyişle, Kemalizm resmî ideoloji olma ayrıcalığını yitirirken, onun yerini dinî soslu bir millliyetçi-muhafazakârlık alıyordu. Bu yeni ideolojinin belirgin bir özelliği de tarihsel misyon yüklü bir liderlik anlayışının yüceltilmesi ve bunun “Reis”in kimliğinde somutlaşması idi.
Bu olağandışı güç temerküzü en başta hukukîliğin ve hukukun üstünlüğü fikrinin tahribi anlamına geliyordu. Öte yandan, hukuk ve anayasanın “ayakbağı” olmaktan çıkmasına, bürokratik vesayetin -hatta bildik anlamda bürokrasinin- ortadan kalkması eşlik etti. Bürokrasi artık bırakınız siyasî iktidarı vesayet altında tutmayı, Weberyen anlamda bir bürokrasinin varlığı bile şüpheli hale geldi. Uzmanlık bilgisine dayalı olarak yarışmacı temelde göreve gelen ve genel kurallar çerçevesinde işleyen modern bürokrasi aygıtının yerini, bugün kişisel sadakat temelinde işe alınan “Başkanın adamları” almış bulunuyor. Böyle bir sadık adamlar topluluğunu siyasî iktidar karşısında etkili olabilecek özerk bir güç olarak nitelemek herhalde akla ziyan bir durum olurdu.
Kısaca, halihazırdaki yapısı itibariyle Türkiye’nin siyasî-anayasal rejiminde Erdoğan iktidarı üzerinde vesayet kuracak kurumsal yapı ve mekanizmaların varlığı şöyle dursun, Reis’in karşısında söz söylemeye bile cesaret edebilecek hiçbir kamusal makam ve kişilik bulunmamaktadır. Artık Reis’in iktidarını frenleyecek ne Cumhurbaşkanı, ne MGK, ne parlamento, ne başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargı, ne de rasyonel-hukukî bürokrasi kalmıştır. Silâhlı kuvvetler ise herhangi bir anlamda “güç” olmaktan zaten çıkarılmıştır.
Bu şartlar altında halâ vesayetçi sistemden şikâyet etmeye devam etmek bu iktidar mekaniğinin fırınına bilerek odun atmak değilse ya sorumsuzca bir partizanlığın ya da cehaletin eseridir. Bugün artık AKP üzerinde vesayetten değil, AKP ve liderinin devlet ve toplum üzerindeki vesayetinden söz edilebilir.
Kaynak: http://erdoganmustafa.org/ (18 Ocak 2017)