Hâlihazırda Türkiye’nin gerek siyasetinde gerekse kamu idaresinde hâkim olan anlayış ve uygulama, maalesef, sadece hür-demokratik rejim standartları açısından değil, medenilik standartları açısından da kabul edilebilir olmaktan uzaktır. Özellikle ilk gruba girenler elbette eskiden de şu veya bu ölçüde aşina olduğumuz sorunlardı ama bu sorunların katlanılamaz boyutlara ulaşması esas olarak AKP’nin 18 yıllık iktidarının eseridir. AKP iktidarı döneminde Türkiye siyasetinin ‘’normal’’den sapmasının tarihi kabaca 2011 yılına kadar geri gitmekle beraber, sapmayı asıl çığırından çıkaran gelişmeler 2013 Aralık’ında patlak veren yolsuzluk skandalı, 2016’daki darbe girişimini takiben uygulamaya konan olağanüstü yönetim ve onu izleyen 2017 Anayasa değişikliğidir. Bu olaylar serisi Türkiye’yi bugünkü otoriter tek-kişi yönetimine getirdi. Burada ilginç olan şudur: Rejimin gitgide otoriterleşmesi, görünüşe göre, olayların gelişiminin istenmedik bir sonucu olarak değil de, iktidarın bilinçli çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Her ne hal ise, bugün ülkemizde cârî olan ‘’Reisçi-otoriter rejim’’in, bir istisna dışında, demokrasiye benzer herhangi bir yanı bulunmamaktadır. Bu istisna, yeni hükümet sisteminin kilit taşı konumundaki son derece yetkili Cumhurbaşkanının ve artık bir ‘’parlamento’’ sayılamayacak derecede yetkileri budanmış olan Millet Meclisi’nin demokratikliği kuşkulu ‘’seçim’’lerle göreve geliyor olmalarıdır. Bu arada, 2017 Anayasa değişikliği Cumhurbaşkanını geleneksel olarak Millet Meclisi’nin tekelinde olan yasama yetkisinin güçlü bir ortağı haline getirmiştir. Bu demektir ki, Cumhurbaşkanı artık sadece yürütme yetkisine sahip değildir, o aynı zamanda ‘’kararnâme’’ler aracılığıyla yasama yetkisi de kullanmaktadır.
Esasen, Cumhurbaşkanı lideri olduğu çoğunluk partisi veya partiler bloku aracılığıyla TBMM’yi, dolayısıyla, yasama sürecini de kontrol edebilecek durumdadır. Üstelik, bu sistemde hemen hemen her şeye gücü yeten partili (hatta partizan) Cumhurbaşkanını denetleyip dengeleyecek hiçbir organ ve mekanizma da bulunmamaktadır. Böylece, Cumhurbaşkanı hem kuralları büyük ölçüde kendisi koymakta, hem de onları tek başına kendisi uygulamaktadır ama hiçbir organ veya makam onu denetleyememektedir.
Bu şekilde devlet cihazını tek başına kendi denetiminde bulunduran ve onu istediği gibi ve istediği yönde sevk ve idare edebilen Cumhurbaşkanı hukukî yetkilerini aştığında da, fiiliyatta onu durduracak veya engelleyecek hukukî ve/veya siyasî bir güç bulunmamaktadır. Gerçi, Cumhurbaşkanının işlemlerine karşı yargı yolu açıktır ama yüksek mahkemelere ve Hâkimler ve Savcılar Kuruluna –kendi partisinin çoğunluğu elinde bulundurduğu TBMM’yle birlikte- yaptığı atamalar sayesinde Cumhurbaşkanı yargıyı da vesayeti altında bulundurmaktadır. Bu şartlar altında, bir tür zamâne padişahı mevkiinde olan Cumhurbaşkanının yaptığı iş ve işlemleri mahkemelerin hukuka aykırı bulup iptal etmeleri, uygulamanın da gösterdiği gibi, hiç de gerçekçi bir beklenti değildir. Bu arada, genel olarak mahkemelerin ‘’adalet dağıtan’’ bağımsız ve tarafsız kurumlar olmaktan çoktan çıkmış olduklarını da not etmek gerekir.
Kamu idaresinin işleyişiyle ilgili manzaraya gelince, yeni sistemin uygulamasında Cumhurbaşkanı sadece ‘’yürütme’’ değil ‘’idare’’ fonksiyonu bakımından da fiilen tek-adam konumundadır. Görünüşe göre bakanlıklar ve muhtelif kamu kuruluşları var olsa da, gerçekte neredeyse bütün işler Cumhurbaşkanlığı Sarayında bitmekte, hatta pek çok ayrıntı meselesine dahi bizzat Cumhurbaşkanı karar vermektedir. Esasen, gerek siyasî ve idarî görevliler, gerekse sade yurttaşlar da kamusal işlerde Cumhurbaşkanının kendisinden başka yetkili bir kişi, kurum veya makam olmadığını zaten biliyor ve ona göre davranıyorlar. Bir de, kamu idaresinin işleyişinin, kamu kesiminde işe alma ve görevlendirmede kıstasın ‘’ehliyet ve liyakat’’ten çok ‘’sadakat’’ olduğu bir düzen içinde gerçekleştiğini düşününüz. Bütün bu durumun medenî bir toplumun manzarası olmadığı açıktır.
Öte yandan, Türkiye’nin merkeziyetçi-üniter idarî yapısı zaten öteden beri sahici anlamda özerk yerel yönetimlere izin vermiyordu; yerel yönetimler ‘’mahallin ortak sorunları’’ konusundaki karar yetkileri bakımından Batılı benzerlerinden çok geride oldukları gibi, ayrıca merkezî idarenin de sıkı vesayeti altındadırlar. AKP iktidarı 2016 darbe teşebbüsünü izleyen olağanüstü yönetim döneminden başlayarak, söz konusu vesayet yetkisini amacından saptırarak, birçok yerleşim yerinde yerel yönetim seçimlerini fiilen ilga eder şekilde kullanmaya başladı ve gitgide özellikle Kürt nüfusun ağır bastığı yörelerde bu uygulamayı olağanlaştırdı.
‘’Hukuk devleti’’ ve ‘’insan hakları’’ gibi anayasal ilkelerin böyle bir siyasî ve idarî uygulamada karşılık bulamayacağını ise tahmin etmek hiç de zor olmasa gerektir.
Kaynak: Diyalog Gazetesi