Günümüz insanının problemlerinin belki de en önemlilerinden biri de malumat sahibi olmadan alim geçinmektir. Herkesin her konuda sözü var. Hele hele sosyal medya vasıtalarının yaygınlık kazandığı günümüzde ‘okumadan alim; gezmeden seyyah’ olanların sayısı artış gösterdi. Çünkü her türlü sözün müşterisinin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ve ne yazık ki, hikmet sahibi insanların görüş ve kanaatlerinin aradan kaybolup gittiği bir bahtsız dönemi yaşıyoruz.
Halbuki ilim adamı, haddini bilir, sözün ne anlama geldiğini ölçer biçer ve ondan sonra sarf eder. Muhatabını bilerek konuşur. Sözü israf etmez. O bilir ki, ‘ifade ettikleri, muhatabının anladığı kadardır.’ Bu sorumlulukla yaşamışlar ve eserler telif etmişlerdir. Söz sahipleri birbirlerine karşı da nezaketi ve usulü ihmal etmemişlerdir. İhtilaflı olmakla birlikte İmam Şâfii’ye nispet edilen güzel bir söz vardır; ‘İfade ettiklerim, yanlış olması muhtemel olan doğrulardır.’ Böylece, muhatabına da karşı söz söyleme imkanı vermektedir. Söze nokta koymuyor. Virgül koyduktan sonra adeta çağrıda bulunuyor; mevzu ile ilgili kimin sözü varsa buyursun söylesin. İşte söz medeniyetinin çocukları olarak bugün çoraklaşmış bir zeminde meselelerimizi konuşuyoruz. Ne yazık ki, bu toprağa atılan sözler ürüne dönüşmüyor.
İnsanoğlu bu döngüyü hep yaşadı. İşte Allah’ın mevzu ile ilgili sözü;
Dediler ki: “Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da sağırlık var; bir de seninle bizim aramızda perde bulunmaktadır. Sen yapacağını yap, biz de yapmaktayız!” (Fussilet-5)
Hz. Peygamber Mekke müşriklerine Allah’tan gelen apaçık hakikati tebliğ ettiğinde muhataplarının çoğunluğu, âyette belirtildiği gibi akıllarının üzerine örtü örterek reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçti; “Davetini, bize tebliğ ettiklerini, düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz” demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Akıllarını nefislerine teslim etmiş olan bu azgın topluluk, gerçeği/hakikati arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavrıyla kendilerine okunan Kur’an’a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Fahreddin-i Râzî’ye göre sûrenin asıl amacı, bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir.
Tunus kökenli Prof. Dr. Muhammed Tahir Bin Aşur, “Kur’anda geçen ‘kalp’ kelimelerini ‘akıl’ olarak anlamak lazım” der.
Ayette geçen kalbi akıl olarak anlarsak, ‘akıllarımız, bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır’ diyorlar. Malum, ‘küfür’ kelimesinin anlamı da ‘örtmektir.’ Hakikati görmemek, duymamak için üstünü örtmektir. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamberin yanından geçerken Ondan sudur eden hakikati duymamak için kulaklarını tıkayarak geçiyorlardı. Allah, Kur’an ve Peygamberi vasıtasıyla, insanları vesayet altına alan, köleleştiren bu örtüyü kaldırmayı murat etmiştir. Daha doğrusu aklı özgürleştirmeyi arzulamaktadır. Aklı pasif olmaktan kurtarıp, aktif, aktüel ve işlevsel hale getirmeyi istemektedir. İnsan değerini aklından alıyor. Çünkü varlık âleminde insanı diğer varlıklardan ayıran yegâne artısı ‘akıl’ sahibi olmasıdır. Mesajı ile insanın aklına hitap eder. Eğer verilen nimeti yaratılış hikmetine uygun olarak kullanmıyorsa o yeryüzünde yaşayan canlı bir cenazedir.
Küfür, bir ön yargıdır, iman ise bir ön bilgidir. Önyargıya dayalı hakikat karşıtlığı, en zararlı akıl örtülüşüdür. İman ise ön bilgidir. Bu ayette sözkonusu edilen, dinledikten sonra inkar değildir. Dinlememeye dayalı ön yargıdır. Önyargının nasıl ağır bir perde, nasıl aklın üstüne örtülen ağır bir örtü olduğunu ifade ediyor, ön yargılı muhataplar dinlemiyorlar. Ses geliyor, kulakları işitiyor, gözleri görüyor fakat anlamak istemiyorlar.
Mümin ise tam aksi her söze dikkat kesilir, dinler ve alması gereken bir hakikat varsa onu alır, çerçöpü atar. Tıpkı bir fabrika prosesi gibi; verilen hammaddeyi işler, ürüne dönüştürür, artıkları, çer ve çöpü atar. Onun için Allah, Zümer 18’de,
“Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendileridir.” diye ifade buyuruyor.
Evet, akıl sahiplerini ‘sözü dinleyen ve en güzeline uyanlar’ olarak tarif ediyor. Hz. Peygamber bu ve benzer ayetler mucibince herkesi dinlediği için kendisine Mekkeli müşrikler ‘kulak’ lakabını takmışlardı. Yani, kendisine söylenen her sözü dinleyen ve karşılık veren anlamında. Mekke aristokrasisi o güne kadar sadece kendi sınıflarına mensup insanları muhatap alıyor, diğerlerini insan yerine bile koymuyorlardı ve onun için de muhatap almıyorlardı, dinlemiyorlardı.
Mü’minler ise söz uygarlığının çocuklarıdır. Allah söze değer verdiği için söze değer veririz. Söyleyecek sözü olan herkese kulak veririz. Çünkü bize bu ahlakı sevgili Peygamberimiz öğretti. O söyleyecek sözü olan herkesi sabırla dinlediği için ona düşmanları kulak dediler, böyle lakap taktılar. Ama o bize dinlemenin bir erdem, dinlemenin bir güzellik, dinlemenin aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu öğretmişti. Söz üslubunca, edebince söyleniyorsa inkarı dahi dinliyordu ki ‘içinde acaba iyi bir şeyler duyabilir miyim’ diye. Yani sözü olan herkese kulak veriyordu.
Hikmetten hisse olarak şunları ifade edebiliriz;
Kişinin muhatabını anlayabilmesinin ilk şartı, bugüne kadar süregelmiş tüm veri birikimini, ön yargılarını bir kenara bırakarak, objektif olarak muhatabını dinlemektir.
İkinci şart, “ben bunu zaten biliyorum, duymuştum-okumuştum” önyargısından uzak durup, asla peşin hükümlü olarak konu hakkında hüküm vermemektir! Ola ki, o anda sizde o konuda yeterli açıklık oluşmamış olabilir.
Üçüncü şart, muhatabın konuştuklarını peşinen inkar ve ret etmemektir. Sözün sonunu beklemektir. Sözün kıymetine binaen, katılmadığımız hususları muhataplarımızı rencide etmeden, küçük düşürmeden; asıl olanın sarfedilen söz olduğu bilincini yitirmeden itirazı kişiye değil söze yapmaktır.
Dördüncü şart, Eğer muhatabın sarf ettiği sözler konusunda yeterli bir malumata sahip değilsek, hüküm cümleleri kurmadan, tartışma mevzuu olan hususu zamana havale edip, konu ile ilgili etraflıca bir etütten sonra tekrar buluşup kalınan yerden devam etmektir.
Beşinci şart, sözün sonuna nokta koymadan önce muhataba söyleyebileceği söz fırsatını vermektir.
Sözü, kavganın, münakaşanın bir aracı olarak değil; dinlemenin, anlamanın, barışın, selametin, yol açmanın bir yöntemi ve vasıtası olarak kullanmak dua ve dileğiyle…