İSLAMİ ÇEVRENİN SAĞCI / MUHAFAZAKAR İKTİDARLA OLAN SINAVI-VI
Geçen yazımızda ‘İslamcı’ nitelemesi ile anılan Ak Parti iktidarları siyasetinin ‘İslam’ ile telif edilecek bir karakterinin / numunesinin olmadığını ve aynı zamanda bu nitelemenin yerinde olmayan yakışıksız bir yakıştırma olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.
‘İslamcı siyaset’ yerine, ‘Müslümanca siyaset’in daha doğru bir ifade tarzı olduğunu ifade ettikten sonra bir Müslüman idarecinin ‘Müslümanca’ siyasetinin nasıl olması gerektiğinin temel kaidelerini sıralamıştım. Ve “AK Parti iktidarlarının başından itibaren bir dönem içinde ve daha sonra dışarıdan siyasetlerini izleyen birisi olarak siyasetlerinin ‘İslami hassasiyet’ taşıdığına dair hiçbir izlenim almadığımı” belirten bir iddiada bulunmuştum..
Sıraladığım ölçülere havi şablonun üzerine iktidar icraatlarını koyduğum zaman şablonun oturmadığını akli selim ve kalbi selim ile bakan herkes görecektir.
Ve bu yazımızda belki de yazı serimizin en önemli kısmına sıra geldi; ANAP ile başlattığımız ve Ak Parti iktidarlarına kadar getirdiğimiz müşahedeye, tespitlere ve tecrübeye dayalı siyasi analizin bugün kozmik odasına girmeye çalışacağız.
İktidar ile halk arasındaki ilişkide hangisi dominant diye sual sorulduğunda çok farklı yorumlar mümkün olabiliyor; “İktidar mı, yoksa halk mı dönüştürücü dinamiğe sahip?” Bu soru sözkonusu olduğunda, çoğunluğun cevabı, Hz. Peygamberin o meşhur hadisidir;
“Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.”
Hadisin kelimelerle ifadesi böyledir de, pratiği nasıldır? İşte burası tefsire muhtaçtır. Eğer şu an geniş çevrenin anladığı şekilde anlayacak olsak, ‘İnsanların daha iyisini, daha hayırlısını arama bulma gayretleri nafiledir, boşunadır’ diye düşünmek mümkün. Halk kendini değiştirmedikçe başlarındaki yöneticilerin değişme imkanı yoktur. O halde halkın değişmesini bekleyeceğiz.
Peki, Nasıl? Halk bu değişimi nasıl sağlayacak?
İşte İbn-i Haldun bu klasik anlaşılma ve yorumlama biçimine iştirak etmiyor. Ve mealen diyor ki, “iktidarların (sultanların) değiştirici rolleri çok önemlidir. Toplumsal değişim, sosyal iklime ihtiyaç duyar. Muktedir (sultan) adil olursa hükmettiği coğrafyaya rahmet iklimini yayar. O coğrafyanın topraklarını nadas edip adalet ve ahlak tohumlarının ekimine hazır hale getirir. Halk zaten sultanlarının dini üzeredir. Sultanı takip ederler. Onu hikmetli bilge olarak kabul edip, uyarlar. İşte bu proses adalet üretmeye başlar. Dolayısıyla azınlık da olsalar o toplumun içerisindeki adalet talipçileri, üstün bir mücadele örneği gösterip adil yöneticilerin iş başına gelmesini temin etmeliler.”
İbn-i Haldun’un Bu yorumu/tefsiri, Ömer Bin Abdülaziz’in hilafete naspedilmesi ve yaptıklarını hatırlatıyor. Malum, o dönemde saltanatın babadan oğula veya kardeşe geçtiği bir gelenek vardı. Dolayısıyla saltanat sahibi olan Ömer B. Abdülaziz’in amcaoğlu ve kayın biraderinin ölümü sonrasında ya oğlunun veya kardeşlerinden birinin geçmesi gerekiyordu. Ancak uzun bir anlatımı gerektirdiği için tafsilatı atlayarak sadece sonucu ifade etmiş olayım. Adeta tevafuklar bir araya gelerek, geleneğin aksine ve kendi iradesi hilafına, Ömer kendini hilafet makamında buldu.
Emevi hilafetinin zulmünü anlatmaya gerek yok herhalde. İslam tarihinde zulüm sahnelerinin en trajik boyutunun yaşandığı bir dönem. Ve bu zulüm hüküm sürerken geçmişe dair bürokratik tecrübesi (Medine Valiliği) olan ve Medine okulundan mezun Ömer B. Abdülaziz halife tayin ediliyor. Emevilerin çorak zemininde yetişen tek gül. Bu kadar zulmün hükümferma olduğu bir coğrafyaya takdiri ilahi, mutlak kader tecelli ediyor ve adil halife yönetime geçiyor.
Evet, mutlak kaderin kader taşları küçüklüğünden itibaren döşeniyor. İlk olarak küçük yaşta Medine’ye gönderiliyor. Orada çok sıkı ve ciddi bir eğitimden geçiriliyor. Daha doğru bir ifade ile Hz. Peygamberin bıraktığı toplumsal iklimi teneffüs edip O’nun miras bıraktığı ruhaniyeti yaşıyor. Eğitimini müteakiben bürokratik hayati başlıyor; Hz. Peygamberin inşa ettiği medeniyet şehri Medine’ye vali tayin ediliyor. Orada hem idarecilik ve hem de oradaki ilim meclislerinde üst eğitimlerini tamamlıyor. O artık hem iyi bir idareci ve hem de ilim meclislerinde bir âlim. Evet, o gün eğer Emevi devletinin idaresi için kâmil anlamda bir idareci aranmış olsaydı, herhalde kimse onun ile yarışamazdı.
Peki, o gün için Emevi hanedanının zulüm diyarına çevirdiği bu coğrafyada Ömer Bin Abdülaziz’in hilafete naspedilmesinin anlamı neydi? İşte acizane kanaatim şudur:
Adeta Allah, mutlak kaderi tecelli ettirip İslam ümmetinin çığırından çıkmış düzeninin yeniden inşa sürecini (siyasi tecdit) başlatıyordu. Çölleştirilen beşeri coğrafyayı yeniden eski mahiyetine döndürmek için çölün ortasına örnek bir vaha gibi gelmişti Ömer B. Abdülaziz yönetimi…
Ve yine Allah, o günkü Müslümanlara adeta şu mesajı veriyordu; “İsterseniz Ömer’in oluşturduğu bu vahayı genişletip bereket ve rahmet diyarına döndürürsünüz. Yani, üzerinizdeki nimetlerin devamı veya kesilmesi size bağlı…(Bkz. Rad:11) Eğer sorumluluğunuzu idrak etmeyip, ‘neme lazım’ hayat felsefesiyle devam ederseniz, Biz de bu vahayı kaldırır eski zulüm düzenine mahkum olursunuz.”
Evet, ne yazık ki, sonunda öyle oldu. Ömer’in zalim Emevi sülalesi tarafından zehirletilip şehit edilmesinden sonra zulüm kaldığı yerden devam etti.
Şimdi gelelim tekrar sadede; İbn-i Haldun’un sözkonusu yorumu ve Ömer bin Abdülaziz’in yaşattığı kısa dönemli adil siyasi idaresinin bizim için bugün anlamı nedir?
Her inanç topluluğu, kendi inancını yaşamak ve yaşatmak ister. Bu son derece doğal bir taleptir. Müslümanlar da, inançlarının gereğini tam bir hürriyet ve güvenle yerine getirmek isteyecekleri gibi inançlarını diğer insanlara da tebliğ etme hakkı ve hürriyetini talep ederler. Eğitim düzenlerini; kültürel, sosyal ve ekonomik hukuklarını yaşamak ve dinlerinin yasakladığı haramlardan kaçınmayı arzu ederler. Bunun için de siyasi organizasyonlardan taleplerde bulunurlar. Bu güveni ve itimadı verecek siyasal organizasyonlara destek verirler. Buraya kadar yadırganacak bir şey yok herhalde!..
Dinlerinin gereğini yapma arzusunda olan Müslümanların bir siyasi iradeden neyi talep edeceklerini yazımın dördüncü bölümünde sıraladım. Eğer bu taleplerin arkasında durup, bunun için uhdelerine düşeni bîhakkın yerine getirecek olurlarsa hem kendileri ve hem de dinleri için felah kapısını açmış olurlar.
Peki, dini endişeleri olan Türkiye’li Müslümanlar, destekledikleri sağcı-muhafazakar partilerden bunları mı talep ettiler, yoksa…
İşte neyi talep ettiklerini ve neticede ne ile karşılaştıklarını bir sonraki yazımızda yazacağız inşallah!..