Siyasetin ahlakı, toplumsal ahlaktan ayrı bir değerlendirme konusu mudur?
Siyasetin ahlakı bu ülkede hep konuşuldu. Siyasilerin seçim meydanlarında yalan yanlış beyanlarda, gerçekleşme ihtimali olmayan taahhütlerde bulunmaları, dün ak dediklerine sonra kara demeleri, siyasi muarızlarına ağza alınamayacak hakaretlerde bulunup sonra siyasi izdivaçta bulunmaları ve son olarak Gelecek Partisinden istifa edip iktidar partisi saflarına katılan akademisyen kadın milletvekiliyle birlikte yine gündeme gelen milletvekillerinin parti değiştirme trafiği ister istemez siyasetin ahlakını gündeme getirmektedir.
Çok partili siyasi sisteme geçtiğimizden bu yana siyaset kurumu ve siyasetçilerin ahlakı hep sorgulandı. Öyle ki bu durum halk nezdinde de artık kanıksanır oldu. Politikacıların yalan söylemeleri mesleklerinin gereği gibi görüldü.
Siyaset ahlakını sorgulatan başka bir cihet, Türkiye’de insanların parlamentoya girmek için yoğun çaba göstermeleri ve bu uğurda büyük harcamalar yapmalarıdır.
Soru şu: Bu insanların siyasete bu derece iştahlı olmalarının sebebi nedir?
Milletin vekili olmak o şahıslara ne gibi avantajlar getirmektedir?
Siyaseti bir misyon için yapan çok küçük bir azınlık dışında çoğunluk, siyasetin kendilerine açtığı ekonomik ve sosyal nüfuz alanlarından faydalanmak için siyasete giriyor. Ya ekonomik anlamda bazı çıkarlarını korumak, geliştirmek veya hiç olmazsa toplum nezdinde bir sosyal nüfuz elde etmek istiyorlar. Toplumun arasında dolaşırken “hoş geldin sayın vekilim, şeref verdiniz” gibi yüceltici, nefsi okşayıcı ifadelerle karşılanmak, saygı görmekten hoşlanıyorlar. Bu halk dalkavukluğunun siyasetçilere yüklediği bir yükümlülük var. Kendilerinden hangi bölgenin vekiliyse o bölgedeki seçmenin işlerine bakması, takip etmesi, hukuka, ahlaka rağmen işlerini görmesi bekleniyor.
Adeta şöyle bir kabul yerleşmiş: Politikacı yalan söyler, güvenilmez. Yıllar önce bir arkadaş nakletmişti: Bir işinin görülmesi için bir milletvekilinin referansına ihtiyaç duyulmuş ve bir milletvekilinin oğluna yönlendirilmiş. Oğlan, maruzatı olan arkadaşa şunu söylemiş: “Nihayetinde babam da bir politikacı, çok yalan konuşur. O konuşurken siz benim gözüme odaklanın. Babam yalan söylediğinde göz işaretiyle ima ederim. Siz de ona göre düşünürsünüz.”
Ne kadar kötü değil mi? Oğul, babasının bile bile yalan söylediğinin farkında ve artık bunu kanıksamış …
Siyasi mücadeleyi, partiler arasında bir hizmet yarışı gibi değil, partilerin adeta birbirleriyle savaştığı, birbirlerine çelme attığı harp meydanı gibi görmenin getirdiği ayrıştırıcı, enerji tüketici, yıpratıcı bir uğraş olarak kabul etmenin zararlarına bugün hep birlikte katlanmaktayız.
Siyasi rekabet yerine siyasi düşmanlığın prim yapması, partilerin siyasi kadrolarını dizayn etmelerinde de etkili oluyor. Partiler, kadrolarını oluştururken kişilerin ilmi, ahlaki üstünlükleri ve ehliyetlerini değil, dillerinin sivriliğini, tumturaklı söz söyleme becerilerini, hatiplik yeteneklerini dikkate alıyorlar.
Burada yine bir anekdotu nakledeyim. Yıllar önce AP’de siyaset yapan sivri dilli bir vekil bir gün parti yönetimiyle ters düşünce o sivri dilini partinin genel başkanına ve yönetimine karşı kullanarak partiden ayrılır. Bir süre sonra genel başkanla anlaşarak partiye geri döner. Dönemin Konya senatörü, genel başkana ‘bu adam hepimize hakaretler yağdırarak partiden ayrıldı, şimdi neden tekrar partiye kabul ediyoruz?’ diye sorduklarını nakletti. Aldıkları cevap siyasi iklimin acıklı halini açıkça göstermekteydi: “Bir adam bir başka avludan bizim avluya taarruz ediyorsa getirin bizim avluya bağlayalım ki buradan başka bir avluya taarruz etsin…”
İşte siyasetin ahlakı, itibar gören siyaset anlayışı…
Bugün de değişen bir şey yok. Partiye ahlak, erdem, saygınlık kazandıranların değil, genel başkana muti ve goygoyculuk yapmakta, diğer partilere söz yetiştirmekte maharet sahibi olanların el üstünde tutulduğu bir siyaset anlayışı…
Bugün hâlihazırda toplum olarak büyük bir ahlaki bunalımı yaşamaktayız. Değerler skalamızda önemli bir aşınma var. Bunda siyasetin etkisinin küçümsenmeyecek derecede fazla olduğu muhakkak. Halkımız, önde olanların, kendilerini temsil edenlerin ahlakı üzeredirler, onlara öykünürler. Onların yukarıda sergilediklerini aşağıda daha kaba, daha kötü bir şekilde temsil ederler.
Dolayısıyla her ne kadar umutlarım gittikçe tükenmekteyse de şu önerimi, teklifim tekrarlayarak yazımı sonlandırayım:
Mevcut siyasi krizi fırsata çevirerek, entübe edilmiş hastalıklı siyaseti tasfiye edip gerek yasal düzenlemeler yaparak ve gerekse siyasetin kültürünün çıtasını yükselterek yeni bir siyasi dönemi başlatabilme imkanına, fırsatına sahibiz. Bunu başaracak siyasi kadro her şeyden önce bu mücadeleyi nefislerinde başarmış olmalıdır. Eskiyi tekrarlayarak bir yere varamadığımızı bütün açıklığıyla görmüş olduk, daha fazla direnmenin, inatlaşmanın bir manası yok.
Söylenecek son söz: “Eski hâl muhal; ya yeni hâl veya izmihlâl…”