İslami mahalle sakinlerinin siyaset kurumu ile girdikleri ilişki biçimini ve bu ilişkilerinin boyutunu ve gerilerinde bıraktıkları zayiatları yazmaya devam ediyoruz.
Özal iktidarları döneminde dindar mahalle mukimlerinin iktidarla olan münasebetlerinin kendilerini nerelere savurduğunu, yozlaştırdığını o dönemde yaşananlar üzerinden anlatmaya başlamıştık. İktisat ahlakının aşındırılmasıyla haram iktisadi ilişkilere nasıl girildiğini bahis konusu etmiştik. Bu merkezde yazımızın birinci bölümünü sonlandırırken şu sualleri sormuştuk:
• Peki, dönemin sonunda ‘Z’ raporu çıkarıldı mı? Dönem sonu zarar-ziyan bilançosu yapıldı mı? Üç kuruşluk kazanç karşılığında nelerin feda edildiğinin hesabı yapıldı mı?
• Sırf ekonomiyi düze çıkarmak (bu da çok tartışılır bir iddia) adına bu kadar haram iktisaba yol veren hükümet (Özal iktidarı) ve aktörlerine ne oldu?
Siyasi tarihin bakiyesine teslim olup gittiler. Aktörlerinin çoğu dar-ı bekaya göç etti. Bir kısmının unutulduğu bile unutuldu.
• Peki, gerilerinde bıraktıkları, haramzadelerin kirlettiği iktisadi düzen ne oldu?
• Merkez Bankasında biriken dövizler ekonomiyi kurtardı mı? Yoksa mutasyona uğrayarak ekonomi ambarlarının zehir soluyan farelerine mi dönüştüler?
Özal, 12 Eylül öncesinde MSP’den İzmir milletvekili adayı idi. Eğer seçilmiş olsaydı o da diğerlerinin akıbetini yaşayıp, yasaklı siyasiler arasına girecekti. 12 Eylül’ün hedef tahtasında solcu ve ülkücülerle birlikte onların genel tanımıyla irtica(!) da vardı. MSP ve taraftarlarını da bu çuvala sığdırmışlardı. Peki, darbenin hedefinde olan bir partiden milletvekili adayı gösterilen Özal nasıl oldu da darbeden sonra kurulan darbe hükümetinin Başbakan Yardımcısı oluverdi? Ve ekonominin patronu oldu? Bunu nasıl ve neyle izah edeceğiz?
Ondan sonra uygulanan 24 Ocak kararları ve ona munzam stand-by anlaşmalarıyla Türkiye’nin nasıl bir süreci doğru yuvarlandığını daha önceki yazımda anlattığım örnekleri yaşayarak öğrendik. Burada çok önemli bir husus var; O da, Özal’ın ‘Transformasyon’ süreci olarak isimlendirdiği yeni ekonomik düzenlemelerin içerisinde gizlenen sosyal değişim etkileşimleri… O gün az çok iktisatla ilgili olan aklıselim sahiplerinin işaret ettiği gerçeklerdi. Ne yazık ki, bu uyarı ve ikazlar sadece konu ile ilgili olan bir avuç entelektüelin kaygıları olarak siyasi tarihin bakiyesinde kaldı. Bu sürecin nasıl bir siyasal ve sosyal değişimi tetiklediğini çok sonraları yaşadık ve anladık. Ve bugün halen acı sonuçlarını devşirmeye devam ediyoruz. Yoz bir siyasal kültürün bizi getirip bıraktığı nokta burası… O gün için Özal’ın beyanları olan ‘Anayasayı bir defa çiğnemekle ne olur?’ veya ‘Benim memurum işini bilir’ anlayışının bugünkü karşılığı ‘Ne istediler de vermedik’ yahut ‘AYM kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum’ değil midir?
Eğer karşılaştığınız her hadiseyi sadece görünür/zahir fail ve sebepler üzerinden açıklamaya çalışırsanız bilin ki, yapacağınız bütün analiz ve yorumlarınız oturmayacaktır, nakısa ile mahkûm olacaktır; maksadı tam olarak izah edemeyecektir.
Hadiselere sebep-sonuç bağlamında bakamayanlar; eğer sonuç başarılı gibi görünüyorsa sebepleri ihmal edip sadece sonuçlara odaklanıp sonucu ve aktörlerini alkışlarlar; Yok, eğer sonuçları itibariyle başarısız bir görüntü veriyorsa bu sefer de sebepler ve faillere yönelip onları mahkûm ederler. Hâlbuki hadiseleri değerlendirirken sebeplerin ne kadar hukuki ve ahlaki olduğu ile ilgili olmak, geleceğe dair önemli bir adımdır. Sonuçların değerli olduğunu belirleyen niceliksel veriler değildir; bu sonucu doğuran süreçte ne kadar hukuki ve ahlaki olunup, olunmadığıdır.
Sadece ekonominin sayısal verilerine, trendlerine bakarak ve milli gelir bölüşümündeki hormonal büyümeyi sahici, sağlıklı bir büyüme olarak kabul ederek yorumlamak bir ilmi analiz olamaz.
Bir toplumu felaketin eşiğine getirecek en önemli sebepler, o toplumun muamelat hukukunun tecelli ettiği siyasi, ekonomik ve içtimai alanda işlenen haram fiiller ve iktisaplardır. Bir başka ifade ile toplumu çürüten, yok oluşa sürükleyen, ahlaken tefessühe götüren en önemli amil o toplumun arasında yaygın şekilde işlenen haramlardır.
Evet, belki halen aynı fikri taşıyan İslami mahalleden önemli bir çoğunluk vardır; “Özal iktidarları döneminde Türkiye ekonomisi önemli gelişmeler kayıt etti. İktisaden çağ atladık. Serbest piyasa ekonomisinin sağladığı imkanlarla Anadolu insanı sermaye edindi, işletmeler kurdu ve iktisadi ameliyelerin içerisine dahil oldu.
Bunları ne ile ölçümlüyoruz? Tamamen veriye/dataya dayalı kıstaslarla. Zahiren bunların hepsi doğru olabilir veya verilerle/datayla doğrulanabilir. ‘Fazlası vardır, noksanı yoktur.’ denilebilir.
Peki, Müslüman aydınlar olarak meseleyi izah sadedinde sadece bu verilerle mi iktifa edeceğiz? Başka neye bakmamız gerekir?
Toplum sosyolojisinin nereye evirildiğine, ahlaki olarak nerelere savrulduğuna bakmayacak mıyız?
Bu dönemde dini toplulukların, azalarının hangi hallerden hangi hallere evirildiğiyle ilgilenmeyecek miyiz?
Neleri kazanıp, karşılığında nelerden vaz geçildiğinin hesabını yapmayacak mıyız?
Bir Müslüman için en büyük nimet, dinidir ve ondan neşet eden ahlakıdır; adil duruşudur; dürüstlük ve erdemidir.
İslami mahalle mukimleri, neleri kaybettiklerini 20-30 yıl sonra yaşayarak öğrendiler. İyi-kötü; yanlış-doğru; tamı-eksiği ile bir asırdır biriktirdikleri, oluşturdukları her şey, akan bir suyun önünde çer-çöp olup kayıplara karışmadı mı? Bunun hesabını sormayacak mıyız? Yoksa giden gitti, kalan sağlar bizimdir diye teselli mi olacağız?
Yaklaşık on yıldır yaşadığımız onca felaketi, kaosu, alt-üst olma halini sadece bu on senenin görünür sebepleri üzerinden mi değerlendirip, sonuç cümleleri kuracağız? Bizleri bugünlere getiren uzun bir süreç var. Uzun bir sınav dönemi… Öyle üç-beş senenin sonucu değildir. Adım adım döşenen bir yolun sonudur. İslami çevrenin iktidarlarla giriştikleri ilişkide helal-haram hassasiyetinin aşındırılmaya başlandığı yıllar…
Kim ne derse desin; 1980’e kadar İslami cenahta çok büyük fedakârlıklar, adanmışlıklar yaşandı/yaşatıldı. Dinin müminleri Allah’ın rızasını gördükleri alanlarla ilgili canları ve mallarıyla üstün fedakârlıklar gösterdiler; Mallarını ve canlarını vakfettiler. Bunların büyük çoğunluğu samimiydi. Yeryüzünde Allah’ın muradının tecelli edeceği bir iklim için katlandılar. Ve asla kamu imkanlarına göz dikmediler; devlet cihazına uzak durdular. Zaten yaklaşmak isteseler bile yaklaştırılmıyorlardı.
Bir gün sabahleyin farklı bir dünyaya uyandılar. Dünyanın imkanlarının ayaklarına doğru aktığını müşahede ettiler. Eskisi gibi büyük insani özverilere gerek kalmamıştı. İktidar erki kamu imkanlarını ayaklarına sermeye başlamıştı. Artık vatandaşın sadakasına, infakına, vakfetmesine ihtiyaç kalmamıştı. İktidar onlara, siyasi desteklerinin karşılığı olarak kamu imkanlarının ağzını açmıştı. Ve bu süreçte zahiri olarak çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bütün sektörlerde (iktisadi, sınai, medya, eğitim v.b) neredeyse devlet ölçekli bütçelere hükmetmeye başladılar. Sivil ruha sahip bu sosyal birliktelikler kamu ile giriştikleri bu yeni ilişki biçimiyle yavaş yavaş sivil ruhlarını, samimiyetlerini ve ihlaslarını kaybetmeye başladılar. Verildikçe daha fazlasını istemeye başladılar. Eskiden tamamen gönüllülüğe dayalı bir vakfiye anlayışı ile çok önemli işler yapan bu sözkonusu sosyal üniteler artık bireylerin gönüllü katılımları yerine kendilerine sunulan dolaylı veya dolaysız kamu imkanlarına yöneldiler. Kazanırken doğru dürüst hesabını yapmadıkları helal-haram ayırımının kendilerine nasıl bir geri dönüş yaptığını çok sonra yaşayarak öğrendiler.
Belki fakirdiler, itilmiş-kakılmışlardı ama samimiydiler, adanmışlık ruhuyla atiye yönelmişlerdi. Rızık endişesine taşımadan ve dünyalık çıkarlara iltifat etmeden, toplumun topyekun saadet ve selameti için kendilerini vakfetmişlerdi/adamışlardı. Kimsenin bu adanmışlık ruhunu küçümsemeye, gereksiz ve gayri insani olarak görüp hakir görmeye hakkı yoktur. O insanlar özlemini duydukları bir dünya için bugünlerinden vazgeçmişlerdi. Bu duruşlar, fani insanoğlu için büyük bir şeref payesidir.
Yazı serimiz devam edecek inşallah…