İnsanda hürriyet aranır da TBMM’de aranmaz mı? Taha Akyol’un “Onlar da Kahramandı, Güce Boyun Eğmediler” kitabında Amerika’da iç savaşı kazanarak köleliğe son veren Başkan Abraham Lincoln, Cumhuriyetçi Partiliydi. Başkan yardımcısı seçilen Andrew Johnson ise Demokrat Partili. Devlet adamı göstergesi, karşı partiden de olsa liyakatli olanı göreve getiriyor. Lincoln 1865 yılında suikastta hayatını kaybedince, Johnson Başkan olmuştu. Lincoln’ün belgeselini izlemiş ve hayatını okumuştum. Kölelik ile ilgili vermiş olduğu kanun maddesi değişikliği mücadeleyi de.
Johnson göreve gelince öfkeli Cumhuriyetçi Harbiye Bakanı Edwin Stanton’u görevden alınca, çoğunluğa dayananlar, başkanın bakanları ve yüksek bürokratları görevden alma yetkisini Senato onayına bağladılar. Başkan Johnson hakkında Senato’da sorgulama ve yargılama işlemi başlattılar. O sene Amerika 23 eyaletten oluşuyor ve Senato’da 54 senatör bulunuyordu. Başkanın yargılanıp görevden azledilmesi için 3’te 2 oranında yani 36 oy gerekiyordu. Demokrat partili 12 senatör bulunuyordu ve bunların tamamının hayır oyu vermesi tabii idi. Ilımlı Cumhuriyet partili 6 senatör ise başkan suçsuz diye oy vereceklerini açıklamışlardı. Geriye kalan 36 senatörden bir tek senatör başkan lehine oy kullansa, başkan suçlamalardan kurtulacaktı. Bu kişi, Başkan’ı sevmeyen Kansas Eyaleti’nin Cumhuriyet partili senatörü Edmund Gibson Ross olacaktı. 5 Mart 1868 günü sorgulama ve müzakereler başladı. Çok tehditler aldı. 16 Mayıs 1868 günü oylama yapıldı. Senatör Ross’un seçmenlere cevabı;
“Suçlu veya suçsuz diye oy vermemi talep etmeye hakkınız yoktur. Anayasa ve kanunlar gereğince tarafsız ve adil davranacağıma dair yemin etmiş bulunuyorum. Kendi vicdanı kanaatime ve yüksek memleket çıkarlarına göre karar verecek cesareti bulabileceğime inanıyorum.”
Ross ölümle tehdit edildiği halde oyunu sevmediği başkan lehine kullandı. Ross niçin oyu bu şekilde kullandığını “sistem” açısından anlattı.
“Genel anlamda, devlet yönetiminin organizatörü olan yürütme erkinin bağımsızlığı yargılanıyordu. Eğer başkan sırf partizanlık yüzünden ve yetersiz delillerle düşürülseydi, başkan aşağılanmış olacağı gibi, devletin koordinasyonunu yapan yürütme erki partizan bir kongre otoritesine itaatkâr hale gelecekti.”
Başkan Johnson aklandığında ise “memleketimiz partizanlık ve hoşgörüsüzlükten kurtulacaktı” diyerek “denetim ve denge” prensibini vicdanı ile ortaya koyar.
Yürütme yasamaya hükmederse, kuvvetler ayrılığının ortadan kalkması gibi, yasama organı da yine yürütmeye hükmederse yine kuvvetler ayrılığı kalmaz. İşte sadece şahıs hürriyetini kurtarmak yetmez, meclis istibdadının da önlenmesi gerekir. J.F.Kennedy Ross için “O bir kahramandı” demiştir.
İşte siyasetçilerin tamamı olmasa bile, yürütme görevinde olanlar günün ikbalinden ziyade “yıllar sonra, tarihin vereceği hükmü” düşünmeli, kendi fikri ile hareket etmeli. Ahlak ve yasa, liyakat bunu gerektirir.
Milyonların gözü önünde cereyan eden ayakkabı kutuları, soygunlar, obez doyuran hazine garantileri, kendi cepleri ile hazineyi çıkar için sahiplenen servet biriktiriciler acaba liyakat sahibi ahlaklı kişilerin yönetiminde olsalardı, kirli işleri olabilir miydi? Karakterin, kaderindir sözü bunları tarif ediyor. Elbette bizim çağda da fazilet kahramanları var. Çile, hapishane, yalnızlık bunların mekânı olsa da izleri unutulmaz. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti “bir santim yükselmek ve çıkar için bir metre eğilenler” derdi. Hür irade, itaatten daha onurludur. Bunlar TBMM’den aranırken yargıda aranmaz mı?
Bakınız, Yargıtay onursal başkanı Recai Seçkin (1911-1972) 14 Ekim’de Celal Bayar, Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılanması sırasında verilen görevi ihtilal mahkemesi diye reddederek, ihtilal mahkemesi yargıçlarına “idare adamlarının yani yürütme erkinin ve hiçbir odağın etkisi altında kalmamalarını” söylüyor yiğitçe.
“Hâkim, hukuk esasları ve vicdanı yerine idare adamlarının veya davada ilgili olanlardan birisinin etkisi altında kalarak karar verirse, verdiği karar, özünde adaletle ilgilisi bulunmayan bir belge, bir zulüm belgesinden ibaret kalır” der.
Böyle kararlar halkın adalete ve devlete güvenini sarstığı gibi artan güvensizlik ve kaygılar, yurdu kanlı olaylara ve sonu kestirilemeyen felaketlere götürür. Recai Bey’in konuşması umarım güç erklerinin memnuniyeti için çay toplamada sıraya giren yargıçlara örnek olur. Önemli olan sultanla, tebaanın adalet hususunda eşit düzeyde aynı kurallara tabi olmasıdır. Asıl imtihan yeri sultanda olsan tebaa da olsan huzura çıkacağın yer değil mi? Asıl Hünkarın adaletinden korkmayanlar, kulun adaletine dayansalar da akıbetleri berbat olur. Tarihte Abdullatif Suphi Paşa’nın padişahın Namık Kemal’e ceza verilsin sözüne uymayarak adaleti uyguladığı dönemler olmuştur. (Taha Akyol, “Onlar da Kahramandı” syf 37.)
Günümüzde ilginçtir, saraya sadakat ile vatana sadakat öyle bir algı yaratıyor ki, bir taraf halife, bir taraf beka ile makam koruma pozisyonu devam ediyor. Yeni Osmanlıcılık hayali de bu olsa gerek.
Suphi Paşa’ya Mahmut Celalettin Paşa’yı göndererek Namık Kemal’e ceza verilmesini isteyen Abdulhamid, Suphi Paşa’ya etki edememiştir. Kızı Ayşe Hanım babasına “Hünkardan korkmadınız mı” diye sorduğunda Suphi Paşa,
“İki adalet vardır, padişahın adaleti ve Allah’ın adaleti. Ben Allah’ın adaletini kastettim. Mahmut Celalettin Paşa bunu padişahın adaleti sandı. Yarın hünkarın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır ki ben ondan korkarım.”
Bu insanlar adaletin şerefli temsilcileridir. Omurgasız, yalcıları değillerdir. Çünkü Namık Kemal’e sahte gizli tanıklar, sahte deliller, sahte jurnallerle mahkûm etmek isteyenler vardı. Suphi Paşa bugün bile onurlu yargıç olarak anılmaktadır.
Yargı bağımsızlığını koruyan örnek adalet bakanı Abdurrahman Nurettin Paşa’nın “Hünkarın fermanı, emri her kapıdan içeri girer ama adalet kapısından giremez” dediği söylenir.
TBMM’de üzülerek söylemek gerekir ki, çok dönemde güçlü iktidar partileri kendilerini Türk Milletinin temsilcisi saymışlar, kendilerine uymayan yargıya etki etmişler. Çok dönem de yargı direnmemiştir. Bizim siyasi kültürümüz bu yanlışa dur dememiştir. Yasama yetkisini Meclis, yürütme yetkisini hükümet yargı yetkisini bağımsız mahkemeler kullanması gerekirken güç tek elde toplanmıştır. Başı yanlış olandan doğru beklenmez.
Bugüne bakarsak devlet kurum ve kurulları ile yönetilir. TBMM, yargı, kurumlar, üniversiteler, basın, sivil toplum kuruluşları, bunlar tek elden yönetilemez. Birbirlerine de baskı kurumaz. Bağımsızlık devleti de güçlü kılar. Güç ve denge, yöneten ve yönetilenin hukuk kurallarına uyumu, kuvvetler ayrılığı, demokrasi, şeffaflık sağlanırsa ülke “yaşanabilir bir ülke” haline gelir ki dışarıdan gelenler de burayı vatanım diye sahiplenir. Körü körüne itaat kavramı ile ülke yönetilmez. Emir demiri keser, sürüden ayrılanı kurt kapar sözleri hür fikirlerin önünü açmaz. Hukuku üstün tutan, yanlışa boyun eğmeyen siyasetçi, bürokrat, basın itaat ile hürriyet, menfaat ile fazilet arasında kalırsa hakikat Adalettir. Hayat bedensel olarak biter ama karakter unutulmaz. Gelecek faziletli, ahlaklı, adaletli, liyakatli insanlarla, insanlığı mutlu ve huzurlu yapar. Akıl, geçmişteki bilgilerin depo yeri değildir, üretim atölyesi olarak “bir şey faydalı ise yenidir, eski de faydalıysa yenidir.”
Hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde karar verme hakkını başkasına devredemez veya böyle yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle aklı kontrol altına almaya çabalayan devlet zalim olarak kabul edilir. (Spinoza – 1670)