Geçen haftanın hukuk ve siyaset gündeminde peş peşe yaşanan iki önemli gelişme vardı. İlki, ByLock kullandığı için Türk yargı sistemi tarafından ‘’FETÖ üyeliği’’ suçlamasıyla hapse mahkûm edilmiş olan Yüksel Yalçınkaya’nın böylece üç temel hakkının ihlâl edildiğine ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının açıklanması idi: Bunlar kanunsuz suç ve ceza olamaz güvencesi ile adil yargılanma hakkı ve toplanma ve örgütlenme hakları. Bir önceki yazımda belirttiğim gibi, kararın önemi, benzer bir isnatla ve üç aşağı beş yukarı aynı gerekçeyle hapse mahkûm edilmiş veya davaları halâ devam etmekte olan binlerce başka vatandaşın durumu için emsal teşkil ediyor olmasından ileri gelmektedir. Tahmin edilebileceği gibi, Erdoğan hükûmeti bu karardan hiç memnun olmadı.
AİHM’nin Yalçınkaya kararının açıklanmasından iki gün sonra ise Osman Kavala ve arkadaşlarının Gezi olaylarındaki rolleri nedeniyle hapse mahkûm edilmelerine ilişkin 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararının sonunda Yargıtay tarafından da onaylandığı duyuruldu. Böylece iş insanı Osman Kavala’nın “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkumiyeti ile bu suça yardım ettikleri gerekçesiyle 18’er yıl hapis cezasına çarptırılan Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku hakkındaki cezalar da kesinleşmiş oldu.
Bu ikinci gelişme ise birden çok nedenle önem taşımaktadır. İlk olarak, Kavala ve arkadaşlarıyla ilgili yargı süreci baştan itibaren esasa ve usule ilişkin birçok hukukî hatayla maluldür. En başta, AKP hükûmetinin ‘’Gezi kalkışması’’ olarak yaftaladığı protesto ve gösteriler bir grup yurttaşın toplantı ve gösteri yürüyüşü anayasal haklarını kullanmasından ibarettir. Gösteriler esnasında kimi kamu düzeni ihlâlleri meydana gelmiş olabilirse de; ne gösterilerin amacı ‘’hükûmeti ortadan kaldırmak’’tı, ne de ortada böyle bir amacı gerçekleştirmeyi mümkün kılacak şekilde örgütsel disipline sahip, dünya görüşü ve ideoloji bakımından homojen bir grup vardı. Bu arada, Kavala’nın bu sözde kalkışmanın baş aktörü ve finansçısı olarak suçlanması da zihinsel kurgu eseri olup, dayanaktan yoksundur. Onun için, Gezi olaylarına karışanlara yapılan bu isnat haksızdır ve aslında hukukî değil siyasîdir.
Öte yandan, yargılama süreci ‘’adil yargılama’’ ilkelerini tersyüz eder biçimde işlemiştir. Osman Kavala’nın en başta gözaltına alınmasını takiben 1 Kasım 2017’de tutuklanması, AİHM’nin de tespit ettiği gibi, makul suç şüphesine dayanmayan keyfî bir işlemdi. Bu yetmedi, AİHM’nin Kavala’nın serbest bırakılmasına ilişkin 10 Aralık 2019 tarihli kararına 30. Ağır Ceza Mahkemesi uymadı. Aynı Mahkeme bilâhare Gezi Davası’ndan (hükümeti ortadan kaldırma) Kavala’yı beraat ettirdiyse de (18 Şubat 2020), hemen ardından bu sefer casusluk suçlamasıyla önce tutuklandı, sonra da hakkında dava açıldı. Bu arada Kavala’nın anayasal düzeni ortadan kaldırma suçundan önce tutuklanıp ardından tahliye edilmesi de var.
En sonunda, aradan iki yıl geçtikten sonra 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararı vermiş olduğu ‘’hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs’’ suçundan, başka bir mahkeme (13. Ağır Ceza Mahkemesi) 25 Nisan 2022 tarihinde mahkûmiyet veriyor ve bu karar geçen hafta Yargıtay’ca da nihayet onanıyor. En önemlisi de, Türkiye hakkında AİHM’nin Sözleşme’nin ihlâlini tespit eden kararını uygulamamakta ısrar ettiği için Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından Sözleşme’nin gereği olarak ‘’ihlâl prosedürü’’ başlatıldı, ama aradan yaklaşık ikibuçuk yıl geçmesine rağmen ondan da henüz bir sonuç alınabilmiş değil.
Öte yandan hükümet adına yapılan açıklamalar Türkiye’nin AİHM’nin Yalçınkaya kararının gereklerini tam olarak yerine getirmeye niyetli olmadığını belli ederken, hakkında devam eden ihlâl prosedürüne rağmen AİHM’nin Osman Kavala hakkındaki kesin kararına da direnmeye devam edeceğini göstermektedir.
Cumhurbaşkanının TBMM’nin açılışında yaptığı ve Avrupa Birliği ile Avrupa Konseyi’ne adeta meydan okuyan konuşma da maalesef bu durumu doğrulamaktadır.
İronik olan, AKP-MHP iktidarının bir yandan evrensel insan haklarını ve evrensel hukuk ilkelerini sürekli olarak ve sistematik bir şekilde ihlâl eder ve bu arada Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği nezdindeki uluslararası taahhütlerine uymamakta direnirken, öbür yandan daha özgürlükçü ve demokratik anayasa için muhalefete çağrı yapmasıdır. Bu kafayla Türkiye iflâh olmaz!
Kaynak: Diyalog Gazetesi