Ehlinin malûmu olduğu üzere, son yıllarda sadece basın-yayın dünyasında değil akademik camiada da tedavülde olan Türkiye hakkındaki literatürün bugünkü rejiminiz hakkında öne çıkardığı özellikler arasında ‘’popülist otoriterlik’’[i] ve ‘’kişiselcilik’’ (veya ”kişisel yönetim”) eğilimi başta gelmektedir. Özellikle siyasî sistemimizin kişiselci karakteriyle ilgili bilimsel teşhisin akademisyenlerin fildişi kulelerinden bakarak uydurdukları bir spekülasyon olmayıp, olgusal bir gerçekliğe tekabül ettiğini herkes kendi gözlemlerine dayanarak pekalâ teyit edebilir. Bunu, son yıllarda Türkiye’de siyasî söyleminin merkezine ‘’Reis’’ kelimesinin yerleşmiş olmasına bakarak da yapabilirsiniz.
Gerçekten de, Türkiye’nin rejiminin son yıllarda değişen mahiyetinin en belirgin işareti siyasî olan her şeyin ‘’Reis’’te bitmesidir. Dikkat edilirse, bir süredir siyasî gündemdeki konu ne olursa olsun, hepimiz TBMM’nin, şu veya bu kamusal organ veya kurumun yahut iktidar partisinin veya partilerin değil de ‘’Reis’’in hangi kararı aldığını veya alacağını merak eder olduk. Türkiye’de artık bütün siyasî tartışma Reisin varsayılan niyeti, karar ve tutumu veya politikaları etrafında dönmektedir. Herkes şuna kani olmuş durumdadır: Önemli bir siyasî karar şeklen hangi kurum, kuruluş veya merciden sadır olmuş olursa olsun, onun gerçek fâili Reistir veya arka planında Reis vardır.
Birçoğumuzun aklına hemen şu düşünce gelecektir: ‘’2017’de yapılan ve cumhurbaşkanını sistemin merkezine yerleştiren kapsamlı anayasa değişikliği karşısında, bu durum şaşırtıcı olmasa gerektir.’’
Buna karşı belirtmek isterim ki, bu düşüncede doğruluk payı var olmakla beraber, mesele bundan ibaret değildir. Evet, başkanlık sisteminin -kasıtlı olarak yapıldığı belli olan- kötü bir taklidi mahiyetindeki yeni anayasal düzen cumhurbaşkanını güçlendirmiş ve onu sistemin odağına yerleştirmiştir. Ama bu düzen bile bütün kamusal kurum, makam ve mercilerin etkisizleştirilerek ülkenin bir tek kişinin keyfî iradesine terk edilmesini öngörmemektedir. Kaldı ki, resmî-şeklî anayasal çerçeve gerçekten bunu öngörmüş olsaydı bile, demokrasi konusunda samimi olan bir liderliğin bu yola sapmaması beklenirdi.
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz durum 2017 anayasa değişikliğinden çok, veya en az onun kadar, bu değişikliğin ‘’her şeyin Reisten sorulacağı’’ bir düzen getirdiğine halkın inandırılmak istenmesinden ve -itiraf edelim- halkın da öteden beri buna inanmaya teşne olmasından kaynaklanmaktadır. Ve ekleyelim, halkı buna inandırmak isteyen iradenin kendisi de zaten aynı şeye inanmaktadır. Yani, hem gücün sahibi hem de kendileri üzerinde güç kullanılanların çoğu memleketin temel ihtiyacının ‘’iyi’’ bir şef seçip işleri onun irade ve kararına havale etmek olduğu düşüncesinde birleşmektedirler. Halkın ‘’çoğu’’ ibaresini bilerek kullandım, sanılmasın ki sadece şef sevgisi Erdoğan taraftarlarına özgüdür. Sanmıyorum ki, bugün AKP ve Erdoğan’a şiddetle muhalif olan kesim de ‘’çağdaş ve ilerici’’ (yani, Atatürkçü) bir Reis ihtimaline bütün halinde hayır diyecektir.
Bu arada, carî rejimin bu kişiselci özelliğinin demokratik liderlik ihtiyacıyla ilgili olmadığını da özellikle vurgulamak isterim. Yerleşik demokrasilerde bile oturmuş kurum ve süreçlerin kendiliğinden işleyişinin bütün meseleleri çözmeye her zaman yetmeyebileceğini ve öngörülü ve kararlılık sahibi liderlerin kişisel inisiyatif almasını gerektiren durumlar olabileceğini görmezlikten geliyor değilim. Ne var ki, Türkiye’nin bugünkü Reişçi siyaset pratiği o türden demokratik hassasiyetlerle tamamen ilgisizdir. Demokratik liderlik ne kitleler tarafından güdülmek, yani irrasyonel kitle ruhuna teslim olmaktır, ne de his ve heyecanlarını manipüle ederek insanları sürüleştirmek ve gütmektir. Demokratik liderlik kitlelere akılcı ve gerçekçi hedefler göstermek ve onları bu hedeflere yönlendirmek, gerektiğinde akıldışı coşkuların onları yoldan çıkarma ihtimaline karşı fren işlevi görmektir.
Ancak, Türkiye halkının bugün ‘’Reis’’in yüceltilmesinde kendisini gösteren şef tutkusu yeni bir şey değildir. Biz bunu Cumhuriyetin ilk on yıllarında da görmüştük. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Atatürk’ün ölümünü takiben Aralık 1938’de yaptığı Olağanüstü Kurultay’da yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü ‘’Millî Şef’’ ve ‘’Değişmez Genel Başkan’’ ilân eden Tüzük değişikliğinin gerekçesi (özetle) şuydu:
“Şefin rolü her memlekette ve bilhassa parti hayatına yeni girmiş memleketlerde çok mühimdir. Çünkü politik kanaatleri ekseriya prensipler hâlinde birleştirecek ve olgunlaştıracak ve prensipleri zihinlere aşılayacak ve mütemadiyen besleyecek, memleket siyasetine istikamet verecek millet efradını politik sahada yetiştirecek olan şeftir./ Her cemiyette ve her parti içinde bu yüksek vasıflarda şahsiyetleri dâima hazır bulmak kolay olmadığı gibi, bir siyasî partinin idare-i âliyesini eline teslim ve emanet ettiği makam ve şahsiyet üzerinde sık sık değişiklikler yapması da otoriteyi zayıflatmak bakımından mahzurdan arî addedilemez.”[ii]
Şefçi düşünce dönemin aydınları arasında da yaygındı. Söz gelişi, Ahmet Ağaoğlu 1935 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir makalesinde, Türkler ve Almanlardan farklı olarak ‘’asker olmayan’’ İngilizlerin haline üzülmekteydi: ‘’Türk, asker olduğundan, şefini taklit eder, ona uyar, onun gibi olmak ister. […] / Alman da asker olduğundan bizim gibidir. […] / Fakat asker olmayan İngiliz böyle değildir. Orada şefin o kadar kıymeti yoktur. Her İngiliz başlı başına bir âlemdir!’’[iii]
Evet, İngilizler adına üzülmemek, hayıflanmamak elde değil!
Yusuf Akçura’nın da 1928 yılında Atatürk’ü ‘’teşahhus etmiş Türk kudreti’’ [Türk gücünün kendisinde somutlaştığı kişi] olarak, onun ‘’milletine’’ hitap eden sesini ise ‘’ilâhî ve âmir’’ olarak nitelerkenki[iv] çoşkusu çok daha belirgindir.
Bu konuda zirve noktasını Samih Rıfat’ın 1925 tarihli şu paragrafı oluşturuyor: ‘’Büyük ve muhterem Gazi! Hangi vicdan seni mukaddesatının derinliklerinde hissetmez? Diyorlar ki, vâkıalar hiçbir zaman mefkûreye erişemez, fakat sen vâkıaların erişemediği bir mefkûre değil, mefkûrelerin erişemediği bir vâkıasın!’’[v]
Gerçi, kişi kültünün Atatürk döneminde zirve yapmasının özel nedenleri vardır ve bunlar kısmen anlaşılabilir. Bir cümleyle belirtmek gerekirse: Hem Türkiye’nin çok acılı bir kurtuluş savaşından M. Kemal Paşa’nın önderliğinde çıkmış olması, hem de Cumhuriyetin kuruluş döneminin Avrupa’da Duçe ve Führer (yani, Başbuğ) rejimlerinin yükselişte olduğu yıllara rastlaması, benzer bir şefçi düşünüş ve hissiyatın Türkiye’de de etkili olmasına neden olmuştur. Onun için, geçici bir durum olsaydı, bu ”kişiye-tapınma” eğilimini özgürlük ve demokrasi açısından sorun etmemiz gerekmeyebilirdi. Ne var ki, kişilerin yüceltilmesi ve onların olağanüstü güçlere sahip olduklarının vehmedilmesi Türkiye’de belli bir döneme özgü olmayan genel bir fikrî-kültürel eğilimdir. Bu kültürel eğilim, Türkiye’de son yıllarda devletin bir kurumlar, statüler ve görevler ağı olmaktan çıkarak neredeyse tamamen bir kişinin iradesine endekslenmiş pre-modern bir niteliğe bürünmesinin de temelini oluşturmaktadır.
Böyle bir zeminde demokratik bir rejimin kurulup işletilemeyeceği açıktır.
(Daktilo 1984)
[i] Bu konuda, bkz. Mustafa Erdoğan, ‘’Türkiye’de Populist Otoriterlik’’, LiberPlus, No. 17, 2018, ss. 10-15.
[ii] Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset (Ankara: Hukuk Yayınları, 9. b., 2016), s. 115.
[iii] Mehmet Kaplan ve diğerleri., Atatürk Devri Fikir Hayatı I (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981), s. 463.
[iv] aynı eser, s. 221.
[v] aynı eser, s. 148.
Kaynak: http://erdoganmustafa.org/