Geçtiğimiz Çarşamba günü (12 Aralık) akşamı Devlet Tiyatroları, “İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi”nde “12 Öfkeli” isimli oyunun prömiyerine (ilk gösterimine) davetliydim. Oyun özellikle; “Bir insanın hayatı söz konusuyken beş dakikada karar verebilir miyiz? Ya yanılıyorsak?” üzerine kurgulanmıştı. Oyuncuların oldukça başarılı performans sergilediği oyunda, çok ilginç ve gerilimli sahnelere de yer verilmişti. Örneğin, oyunda; bir sustalı bıçağın adeta bir şahsa saplanacakmış gibi hareket edilmesi, saldırılar, gerginlikler çok ilgi çekici, heyecanlı ve sürükleyiciydi. Oyuncular da çok farklı mesleklerdendi. Örneğin, reklamcı, hasta bakıcı, mimar gibi…
Oyunun başlangıcında jüri toplanır ve sanığın suçu işlediğinden öylesine emindirler ki herkes birkaç dakika içinde karar alıp, hemen ortamı terk etmek ister.Her birisinin değişik program ve etkinlikleri bulunmaktadır. Suçun, başlangıçta, ortaya konulan delillerle sübut bulduğunu düşünmektedirler. Oylamaya geçilir. Oylamada sırasıyla “11” kişi “suçlu” der. Sonuncu kişi de elini kaldırır, jürinin aralarında seçtiği başkan evet “12” kişi suçlu diyor demişken, 12. Kişi, “Hayır ben onu demek istemiyorum” der. Herkes şaşırır. 12. Kişinin en çok kullandığı kelime “bilmiyorum” kelimesidir ve hiç konuşulmadan sanığın ölüme gönderilmesinin doğru olmadığı kanaatindedir.
Oyununun ayrıntısını elbette açıklamak durumunda değilim. Sadece izlenmesini önerdiğimi belirtmek isterim. Peki, sıradan bir tiyatro oyunu burada niçin ele alındı? Tartışmalardaki “şüphe”, teknik ayrıntılar fevkaladeydi, bunlar da tamam, ama en önemlisi neydi?
Bu oyunda yaşanılan kimi “kavram”lar söz konusuydu. İşte onların üzerinde durulacaktır. Yani, “doktrin”…Kitapta anlatılanların bir oyun yoluyla yaşatılması benim ilgimi çekti.
Neydi bunlar: bunlardan ilki, “masumiyet karinesi”, bir diğeri “şüpheden sanık yararlanır” ilkesiydi diyebilirim. Şimdilik bu iki konu üzerinde bir değerlendirme yapmanın faydalı olacağını umuyorum.
Bu konuya girmeden bir Yargıtay kararından alıntı yapmak istiyorum. Bu karar Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, 2011/10-387 Esas, 2012/75 Karar Sayılı kararıdır. Burada özetle şöyle denilmiştir: “Ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan ‘in dubioproreo” yani “kuşkudan sanık yararlanır’ ilkesi uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesidir. Gerçekleşme şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti, yargılama sürecinde toplanan kanıtların bir kısmına dayanılarak ve diğer bir kısmı göz ardı edilerek ulaşılan ihtimali kanıya değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir. O halde ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir kesinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilebilmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır.”
Ceza Yargılamasının amacı maddi gerçeğin, hiçbir kuşkuya yer verilmeyecek şekilde ortaya çıkarılmasıdır. “Maddi olay bakımından ispatın ölçütü, hakimin / mahkemenin şüpheyi yenerek vicdani kanaate ulaşmasıdır. Eğer bu şüphe yenilmezse ve dolayısıyla vicdani kanaate ulaşılmazsa, ihtimale, tahmine veya varsayıma dayanarak karar vermek mümkün olmadığından, şüpheden sanık yararlanır (in dubioproreo) ilkesi devreye girmektedir” (Ceza Muhakemesinde Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi , Doğan GEDİK) .
Masumiyet karinesi ne anlama gelmektedir: “Masumiyet karinesi, suçsuzluk ilkesi veya uluslararası hukuk terimi olarak presumption of innocence; suç kesinleşmediği sürece kimsenin hükümlü sıfatıyla değerlendirilemeyeceğini ifade eden, temel hukuk doktrini. Evrensel hukuk kurallarına göre, bir kişinin masum olduğunun kanıtlanmasına gerek yoktur; kişinin suçluluğunun kanıtlanamamış olması yeterlidir. Bunun için masumiyet karinesinin temelini, hukukta hüküm giydirmenin yalnızca iddia edilen suçların kanıtlanmasıyla mümkün olduğu gerçeği oluşturur. Bu da hüküm giymemiş kimsenin suçlu sayılamayacağı veya suçlu olarak lanse edilemeyeceği ilkesini; yani masumiyet karinesini doğurur. Masumiyet karinesi evrensel bir yargı doktrini olup; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde yer almaktadır. Buna bağlı olarak bu bildiriye taraf olan ülkeler, yasalarında bu doktrine yer vermek durumundadır.”
T.C. Anayasanın 38/4. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2. maddelerinde düzenlenmiş bulunan -suçsuzluk (masumiyet) karinesi-, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçsuz sayılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu karine uyarınca, suçsuz olduğu varsayılan kişinin suçlu kabul edilmesi için kesin hükümle mahkum olması, mahkumiyet için de fiilin ispatlanması, yani şüphenin bertaraf edilmesi gerektiğinden, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi suçsuzluk karinesinin bir uzantısı ve ona koşut bir ilke olarak karşımıza çıkmaktadır.
Suçsuzluğu olasılık içinde bulunan bir kimsenin adli hataya uğratılmasını önleme esasına dayanan şüpheden sanık yararlanır ilkesi, tarihsel ve evrensel bir ilke olarak günümüz ceza muhakemesi hukukunun değişmezleri ve vazgeçilmezleri arasındadır. Uygulama alanı gittikçe genişleme eğilimindedir ve yargısal kararlarda da daha sık vurgulanır olmuştur (Ceza Muhakemesinde Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi, Doğan GEDİK) .
Sonuç olarak; bir suç işlediği iddiasıyla yargılanan kimse hakkında mahkûmiyet kararının verilebilmesi için, o kimsenin o suçu işlediğinin yüzde yüz oranında kesin olması, ispatlanmış bulunması gerekir. Bu noktadaki yüzde bir’lik şüphe dahi, sanığın beraat etmesine yol açar. Basit bir suç işleme şüphesiyle başlayan ceza muhakemesi, bu şüphenin yenilmesiyle sona erecektir. Bu süreç içerisinde birçok muhakeme işlemi yapılmaktadır. Yapılan ceza muhakemesinin sonunda belliliğe, örneğin fiilin sanık tarafından işlendiğinin veya işlenmediğinin sabit olduğu sonucuna varılmaması durumunda sanığın mahkûm edilemeyeceğini ifade eden ilkeye de şüpheden sanık yararlanır ilkesi denilmektedir.
Peki, bu durum karşısında içeriğine ulaşılamayan HTS kayıtları delil kabul edilerek kişi özgürlüğünden mahrum bırakılabilir mi? Buna rastlamaktayız ki, bu durum, “şüphenin tek başına cezalandırma için yeterli olduğu” anlamına gelmektedir. Bu tarz kamuoyunda ve medyada haberlerin yer alması ürkütücü ve “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi ile “masumiyet karinesi”ne de tam aykırılık teşkil etmektedir.
İlk olarak; HTS kayıtlarının tümüyle yasal olması ve hukuka uygun yöntemlerle elde edilmesi halinde de, istikrar kazanmış geçmiş Yargıtay içtihatlarına göre bu kayıtlar (görüşmelerin içeriği bilinmediğinden dolayı) tek başına, bir kişinin suç işlediğine veya suça iştirak ettiğine yönelik mahkumiyete yeter nitelikte delil olarak kabul edilmemektedir.
Ceza Genel Kurulu’nun 04.10.2011 tarih ve 2011/10-159 E., 2011/202 K. sayılı kararında; “İlgilisi tarafından çok sayıda görüşme yaptığı kabul edilse dahi içeriği tespit edilemeyen telefon görüşmeleri ile adli sicil kaydına konu ilama dayalı olarak sanık hakkında uyuşturucu madde ticareti suçundan mahkûmiyet hükmü kurulması yerinde değildir” denilmiştir.
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 13.01.2016 tarih ve 2015/8703 E., 2016/119 K. sayılı kararında; “içeriği tespit edilmeyen HTS kayıtları dışında, somut, her türlü şüpheden uzak kesin ve inandırıcı delil bulunmayan olayda, sanık bakımından şüphenin söz konusu olması nedeniyle şüpheden sanığın yararlanması gerektiği şeklindeki genel ceza hukuku ilkesi de gözetilerek, sanığın beraatı yerine yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi” bozma nedeni yapılmıştır.
Yargıtay 10. Ceza Dairesi’nin 16.11.2015 tarih ve 2015/4718 E. , 2015/32935 K. sayılı kararında; “…K…’in sonradan döndüğü soyut beyanları dışında kuşku sınırlarını aşan yeterli ve kesin delil bulunmadığından sanığın beraatı yerine, içeriği tespit edilmeyen telefon görüşmelerine dayanılarak mahkûmiyetine karar verilmesi” bozma nedeni yapılmıştır.
Yargıtay 20. Ceza Dairesi’nin 21.01.2016 tarih ve 2015/1663 E. , 2016/271 K. sayılı kararında; “…suç tarihinden önce 28 adet içeriği tespit edilemeyen HTS kayıtlarının mahkûmiyet için yeterli olmadığı, başkaca kuşku sınırlarını aşan, yeterli ve kesin delil bulunmadığı gözetilmeden, atılı suçtan beraatı yerine mahkûmiyetine karar verilmesi.” denilerek, HTS kayıtlarına dayanılarak verilen mahkumiyet kararı bozulmuştur.
“İzmir Askeri Casusluk Dosyası” olarak adlandırılan, İzmir 5. Ağır Ceza Mahkemesince verilen beraat kararının gerekçesinde; “Yargıtay uygulamaları ile de sabit olduğu üzere yardımcı delil niteliğinde olan iletişimin denetlenmesinde elde edilen verilerin, başkaca hiç bir somut delil ile desteklenmediği”; “HTS raporunda görüşme içeriği olmadığından iletişimin tespitinin delil olma niteliğine ihtiyatla bakmak gerekeceği, subjektif yoruma dayalı olabilen HTS raporu sonuçlarının tek başına bir suçun işlendiğinin veya sanığın suça katıldığının göstergesi olamayacağı” denilerek HTS kayıtlarının tek başına mahkumiyete yeterli delil niteliğinde olmadığı belirtilmiş, bu karar Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından 21.10.2016 tarihli onama kararı ile kesinleşmiştir.
Kısaca, HTS kayıtları tek başına kuşku sınırlarını aşan, mahkumiyete yeterli ve kesin delil niteliğinde değildir. Aleyhinde usulüne uygun temin edilmiş olsa dahi HTS kayıtlarından başka delil bulunmayan kişi ceza hukukunun temel prensiplerinden olan “Şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin koruması altındadır ve cezalandırılamaz.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin 24.04.2017 tarih ve 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı ve yine 20.12.2017 tarih ve 2007/1862 E., 2017/5796 K. Sayılı kararlarında;“Örgüt üyesi, örgüt amacını benimseyen, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olan ve bu suretle verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere kendi iradesini örgüt iradesine terk eden kişidir. Örgüt üyeliği, örgüte katılmayı, bağlanmayı, örgüte hakim olan hiyerarşik gücün emrine girmeyi ifade etmektedir. Örgüt üyesi örgütle organik bağ kurup faaliyetlerine katılmalıdır. Organik bağ, canlı, geçişken, etkin, faili emir ve talimat almaya açık tutan ve hiyerarşik konumunu tespit eden bağ olup, üyeliğin en önemli unsurudur. Örgüte yardımda veya örgüt adına suç işlemede de, örgüt yöneticileri veya diğer mensuplarının emir ya da talimatları vardır. Ancak örgüt üyeliğini belirlemede ayırt edici fark, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen her türlü emir ve talimatı sorgulamaksızın tamamen teslimiyet duygusuyla yerine getirmeye hazır olması ve öylece ifa etmesidir.
Silahlı örgüte üyelik suçunun oluşabilmesi için örgütle organik bağ kurulması ve kural olarak süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gerektiren eylem ve faaliyetlerin bulunması aranmaktadır. Ancak niteliği, işleniş biçimi, meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığı, örgütün amacı ve menfaatlerine katkısı itibariyle süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk özelliği olmasa da ancak örgüt üyeleri tarafından işlenebilen suçların faillerinin de örgüt üyesi olduğunun kabulü gerekir. Örgüte sadece sempati duymak ya da örgütün amaçlarını, değerlerini, ideolojisini benimsemek, buna ilişkin yayınları okumak, bulundurmak, örgüt liderine saygı duymak gibi eylemler örgüt üyeliği için yeterli değildir.” denilmiştir.
Sonuç olarak bir kişinin kontürlü telefon ile kimi büfelerden aranılmış olması, evrensel hukuk açısından delil niteliği taşımadığından, bu konuda verilen gözaltı kararları ve tutuklama kararları hukuka aykırıdır.
Baştaki “12 öfkeli”ye dönersek, işte orada; maddi gerçeğin bütünüyle kuşkudan arındırılması gayreti görülmektedir. Olayı bizzat gördüm diyen bir tanığın “gözlük kullanması” ve gece vakti görmesinin net olamayacağı, yaşlı bir tanığın, kendinden beklenemeyecek ölçüde hızlı hareketi, sustalı bıçağın kullanılmasındaki ayrıntılar, tüm tanıkların sanık aleyhine beyanı ve delillerin sanık aleyhine olmasına rağmen kuşku barındırması sonunda sanığın oy birliği ile “suçsuz” olduğu kararını ortaya çıkarmıştır.