Hamaset adeta siyasetçilerin gıdası olmuş. Onsuz yapamıyorlar. Belki de söyleyebilecekleri akıllı mantıklı sözleri yok. Onun için de söz dönüp dolaşıyor; “din, devlet, vatan, bayrak” edebiyatına geliyor veya geçmişe özlemlerini şairane vaazlarla aktarıp kitleleri coşturmaya ve oradan bir siyasi başarı elde etmeye çalışıyorlar.
Halbuki siyaset, muhatabı olduğu halkı tanıma, bilme, onların sosyal, ekonomik, kültürel ihtiyaçlarını tespit etme; ona uygun bir siyasi program oluşturma ve eğmeden bükmeden halka gerçeği iletme ve talepte bulunma sanatı ve ustalığıdır. Ama hamaset, toplumun dertlerine çözüm getirmeye yönelik reçeteleri olmayanların baş vurdukları, etkili sözler söyleyerek halkı kandırma sanatıdır.
Hamaset 1960 ve 1970’li ideolojik yılların geçerli bir siyasi propaganda malzemesiydi. Soğuk savaş döneminin politik silahıydı. Kimler meydanları coşturuyorlarsa onlar daha çok kitlelere hükmedebiliyor, oy devşirebiliyorlardı. Adeta ideolojik mücadele verenlerin silahı idi hamaset. Toplumun önemsediklerini, arzularını, kutsal bellediklerini usta bir lisan ve eylemle dile getirenler daha çok başarılı oluyorlardı.
Taha Akyol hatıralarında, 1970’lı yıllarda MHP’de milletvekili olduğu dönemde Alpaslan Türkeş’le olan bir hatırasını şöyle anlatıyordu:
“Türkeş beni ‘Büyük Doğucu’ biliyordu. Onun için de Necip Fazıl ile hukukumun iyi olduğu kanaatindeydi. Halbuki ben ‘Büyük Doğucu’ filan değildim. Ancak Necip Fazıl ile bir hukukum vardı. Onun için de Türkeş benden Necip Fazıl’ı Ankara’ya davet etmemi rica etti. Ben de kendisini aradım ve daveti ilettim. Seve seve kabul etti ve hemen uçağa atladı, geldi. Arabamla kendisini Esenboğa’dan alıp Türkeş’in evine getirdim. Sofrada yemek yerken Türkeş uzun uzun Ankara savaşından bahsetti. Bir ara Necip Fazıl devreye girerek sebebi daveti sordu. Türkeş kendisinden önümüzdeki seçimler için birkaç etkili slogan üretmesini istedi. Bunu duyan Necip Fazıl çok bozuldu. Hal diliyle adeta ‘İstanbul’dan Ankara’ya bunun için mi davet ettin?’ der gibiydi. Neyse müsaade istedi beraber tekrar havaalanına gitmek için çıktık. Yolda bana, ‘hayal kırıklığına uğradım, Türkeş’le önemli mevzuları istişare edeceğimizi zannediyordum, adam kalkmış uzun uzun bana alakasız bir şekilde Ankara savaşını anlatıyor’ dedi. Türkeş’i yüzeysel bulmuştu ama sormadan da edemedi:
‘Yine de sıradan biri değil. Davamızın İttihatçısı olabilir mi, ne dersin?’ diye sordu.
Üç dört gün sonra ‘MHP’ye oy sıçraması yaptıracak’ dört gözle beklenen ‘sloganlar’ geldi. Birini hiç unutmam: Oklar tirkeşte, gözler Türkeş’te!”
Evet birkaç slogan bile bir partiye oy sıçraması yaptırabiliyordu. Ama artık farklı bir dünyaya, farklı bir beşerî yapıya inkılap ettik. Ne sosyal, ne ekonomik ve ne de teknolojik anlamda dünü yaşamıyoruz. Baş döndürücü bir değişime ayak uydurmaya çalışıyoruz. Dijital medya dünyayı küçülttü. Her türlü habere çok kolay bir şekilde erişebilmeyi sağladığı gibi dünyanın diğer ucundaki insanlarla da yüz yüze muhaberatta bulunma imkanı verdi. Bu anlamda küresel bir dünyada yaşıyoruz. Artık yeni nesli altı boş nesnel olmayan ‘vatan, bayrak, sakarya’ edebiyatıyla ikna etmek zor. Bu dalga onları artık coşturmuyor, heyecanlandırmıyor. Şifahi kültürün, yazılı kültürün gerisinde kaldığı bir çağda farklı bir sonucu beklemek beyhudedir.
Seçimler nedeniyle partili aktörler yine dolu dizgin hamasi konuşmalar yaptılar veya yazılı metinler paylaştılar.
Özellikle sağ partiler açısından “Din, devlet, millet, bayrak” edebiyatı ve eskiye öykünme siyasetinin toplumda -özellikle de genç kuşaklarda- fazla bir karşılığı yok artık. Çünkü bu söylemin önemli iki temsilcisi şu an iktidar ortağı durumundalar. Ne yazık ki, bunların ortaklığındaki iktidar döneminde hem dîni ve hem de milli değerler önemli derecede itibar kaybına uğramışlardır. Bu nedenle toplumun önemli bir çoğunluğu bu değerleri çağrıştıran kavram ve cümleleri duymak istemiyor. Öyle ki bu itiraz nefret derecesine varmış durumda. Onun için tabir caizse boşa kürek çekiyorlar.
Özellikle siyasette dini temaların hamasi konuşmalarla dile getirilmesinin şu an siyasi bir getirisi olmadığı gibi yer yer nefret uyandırıyor. Kaba bir şekilde şikayetlerini mealen şu şekilde dile getiriyorlar: “Mevcut iktidar aktörleri de aynı hamasi söylemlerle iktidar oldular ve neticede ne itibarlı bir ülke ne de itibarlı bir dindarlık alanı bıraktılar. Toplumu dinden uzaklaştırdılar, soğuttular.” Bu yargıya varmakta haksızlar mı? Tabii ki, hayır!
Geçen seçimde muhalefet de hemen hemen aynı dil ve üsluba prim verdi ve ne yazık ki, halka hiç de sempatik gelmedi. Kaybetmek pahasına da olsa hakikati net olarak halka iletmek, duyurmak esas olmalıdır. Onun için de eskiler hamaseti kastederek “çok laf yalansız, çok mal haramsız” olmaz demişlerdir. Ki bu mevzu ile alakalı olarak Allah da müslümanları uyarıyor:
“Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?
Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok çirkin bir davranıştır.” (Saff:2-3)
Hamaset genellikle gerçekleşme ihtimali olmayan veya çok zayıf olan bazı şeyleri taahhüt etmektir, söz vermektir. Ne yazık ki, bunların çoğu da sözde kalıyor ve gerçekleşmiyor.