Sisi ile tekrar bir araya gelen Erdoğan’ın bu sefer de Suriye Devlet Başkanı Esad ile bir araya geleceği konuşuluyordu. İki gün önce Erdoğan bir soru üzerine Suriye ile diyalog konusunda şu ifadelerde bulundu: “Özellikle Sayın Esad’a ‘Ya ülkeme gel veya üçüncü bir ülkede bu görüşmeyi yapalım’ çağrımı iki hafta önce yaptım. Bu konuyla ilgili olarak da Dışişleri Bakanımı görevlendirdim. O da muhataplarıyla görüşmek suretiyle inşallah bu dargınlığı, kırgınlığı aşmak suretiyle yeni bir süreci başlatalım istiyoruz.”
Erdoğan’ın bu beyanı beni altı sene öncesine götürdü. Aralarında aydın, yönetmen, oyuncu, senarist, gazeteci, insan hakları savunucularının bulunduğu 170 kişi Afrin operasyonunun durdurulması, sorunların diyalogla çözülmesi talebiyle milletvekillerine mektup göndermişlerdi. Mektubun muhtevası şuydu:
“Biz aşağıda imzası bulunan yurttaşlar, elinizdeki yetki ve taşıdığınız sorumluluk nedeniyle milyonlarca insanımız adına size sesleniyoruz.
Ülkemizde ve bölgemizde savaş değil sulh ve sükûn istiyoruz. Sınırlarımızı korumanın ve beka sorunu yaşamamanın en iyi yolunun karşılıklı dostluk ve iyi komşuluk bağlarını güçlendirmek olduğuna inanıyoruz. Güvenliğimizin milyarlara mal olan silahlanmayla, gencecik insanların yaşamı pahasına ve on binlerce aileyi yersiz yurtsuz bırakacak bir savaşla değil, karşılıklı müzakere ve işbirlikleri üzerinden sağlanacağını, üstelik bunun mümkün olduğunu, tecrübe ile biliyoruz.
Türkiye’ye bir tehditte bulunmayan, Suriye toprağı olan Afrin’e silahlı müdahalenin bölgemize ve ülkemize barış ve güvenlik değil, daha büyük sorunlar, yıkım ve acı getireceğini, Kürt yurttaşlarımızı da yürekten yaralayacağını biliyoruz.
Ortadoğu’yu bir vekalet savaşları cehennemine çevirmiş olan yabancı devletlerin oradaki askerî varlıkları bile uluslararası hukukun ihlaliyken, onların arasına katılmak gibi bir niyet ve bu yönde atılacak adımlar ülkemizi sadece hüsrana uğratacak, on yıllarca telafisi mümkün olmayacak toplumsal, siyasal, ekonomik ve insanî kayıplara yol açacaktır.
Yurttaş kimliğimiz ve sorumluluğumuzla, halkımızın ve tarihin önünde siz yetki sahiplerini uyarıyor, sesimize kulak vererek sağduyulu davranmaya, savaşı derhal durdurmaya ve sorunu diyalogla çözmeye davet ediyoruz.”
Benim de imzaladığım mektupta ifade edilenler bundan ibaretti. CB Tayyip Erdoğan meydan konuşmasında imzacılara “Hainler, vicdansızlar, ahlaksızlar. Bunların yaptığı riyakarlıktır, fikir soytarılığıdır” diyerek ağır bir şekilde itham etti ve suç duyurusunda bulundu.
Erdoğan’ın bu meydan konuşmasından sonra imzacılar çok ağır bir linçe uğradılar. AKP iktidarına muhalif olanlar da dahil olmak üzere muhafazakar çevreden pek çok arkadaşımın lincine uğradım. Bir kısmı mektubu okumuş bile değildi, muhtevada ne olup olmadığını bilmiyordu.
“Mektubun muhtevasını neden yanlış buluyorsunuz” sualine sadece şu cümleyle cevap veriliyordu: “Sizin o insanlarla aynı görüşte olmanıza hayret ettik.”
Sebep? CB Erdoğan’ın dediği gibi bu mektubu imzalayanlar hain, ahlaksız, vicdansız, riyakar mıydılar? Yaptıkları soytarılık mıydı?
Tabii ki bunların hiçbirisi değildi. O topluluktan bizzat tanıdığım kişiler tam aksine ahlaklı, erdemli, vicdanlı, dürüst insanlardı.
O zaman sorun neydi? O insanların bir kısmıyla ideolojik anlamda farklı yerlerde bulunmamız böyle mühim bir insani meselede birleşmemize neden engel sayılıyordu?
85 milyonluk toplumun farklı kesimlerinin temsilcileriyle, kanaat önderleriyle asgari müştereklerde buluşmanın, bir araya gelip yanlışlara karşı ortak tavır geliştirmek neden yanlış olsun?
Halbuki mensubiyet iddiasında bulundukları dinin Peygamberi ilahi mesajı tebliğ görevini yüklenmeden önce Mekkeli gençlerle kurduğu insan hakları örgütü olan Hilf’ül Füdül kendisine hatırlatıldığında “şimdi olsaydı yine gider katılırdım” demişti. Çeşitli vesilelerle örnek verdiğiniz bu kadim organizasyonun maksadı ile 170 imzacının bir araya gelerek ortaklaştığı, fikir birliğine vararak ilgilileri uyardığı mektubunki aynı değil mi?
Tabii ki derdiniz farklı. İktidarın hukuksuz politikalarını devletin âli menfaatini sözkonusu ederek meşrulaştırırsanız kendinizle de, inandığınızı iddia etiğiniz dinin değerleriyle de böyle çelişirsiniz.
Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesi gerek Türkiye ve gerekse komşu ülke Suriye için nasıl bir fayda sağladı? Yoksa tam aksine, onarılması güç olan yaraların açılmasına mı sebep oldu?
Sadece 10 Milyon göçmenin yerlerinden yurtlarından koparılarak Türkiye’ye gelmeleri ve bunun sebep olduğu sosyal ve ekonomik huzursuzluk savaşın en ağır sonuçlarından birisi değil mi?
O gün 170 insanın ne demek istediğini, neyi talep ettiğini selim bir akılla düşünebilseydiniz, ön yargılarınızdan kurtulabilseydiniz ve bizleri linç etmek yerine destekleseydiniz bugün hem Suriye ve hem de Türkiye toplumları daha huzurlu ve mutlu olabilirlerdi.
Komşu ülkenin savaşına müdahil olarak hem onların ve hem de toplumumuzun huzurunu bozdunuz.
O günlerde Suriye ile aramızda gerçekleşen yakınlaşma nasıl da bir anda tersine döndü. Çünkü vekalet savaşını yürüten aktörler iktidarın zaafını bilerek ortaya bir proje (BOP) attılar ve ona şunu önerdiler: “Yeni dünya düzeninde Türkiye’ye önemli bir misyon düşüyor. Osmanlı coğrafyasında yeni bir Osmanlı ruhu inşa ederek İslam dünyasına önderlik edebilirsiniz.”
Bu, Erdoğan ve arkadaşlarının reddedebileceği bir teklif değildi. Gençlik yıllarından bu yana bu ideallerle büyüyenler için adeta bir hayalin gerçek olmasıydı. Bu teklifi büyük bir şevk ve heyecanla meydanlarda halka duyurdular ve bu gazla Mısır, Libya ve Suriye savaşına müdahil oldular. Ancak maalesef ABD’nin ipiyle dipsiz kuyuya inenler bir daha o kuyudan çıkamadılar ve hem kendilerine hem de toplumlarına da yazık ettiler.
Halbuki komşu ülkelerin ihtilaflarına milli menfaat gerekçesiyle taraf olmak yerine onların ihtilaflarının arabulucusu rolünü üstlenmiş olsalardı hem o komşu ülkelerin ve hem de kendi ülkelerinin istikrarına hizmet ederler ve böylece sınır güvenliğini de sağlamış olurlardı. İşte o zaman Türkiye’nin tavassutuyla adil ve itibarlı bir yönetim sergilenmiş olurdu. Böylece hayalperest politikalar sebebiyle çok önemli tarihi bir misyonun yerine getirilmesi fırsatının kaçırılmasına şahit olan bizler imzaladığımız mektup vesilesiyle uğradığımız muameleleri bugün üzülerek hatırlıyor ve bu büyük hatanın tamiri için yapılacak bir şey kalmadığını üzülerek görüyoruz.