Bu yazıyı ve emek verilerek kaleme alınan tüm yazıları, makaleleri sadece bir data bilgisi veya entelektüel birikim yapmak gayesiyle okumak, malumat sahibi olmak için değil, toplumsal hayatta neye denk geldiğini düşünerek okumanızı arzu ederim. Nihai tahlilde bugünümüze dair mesajları nedir? Tarihte olup bitmiş bir olgu mu yoksa insanoğlunun biteviye tekrarladığı bir yaşam anlayışı mı?
Eksikleriyle, kusurlarıyla yazmaya çalıştığım mevzu dün de bugün de insanoğlunun en önemli sorunudur. Dini açıdan, Peygamberlerin gönderilişi ve onlara iletilen kutsal kitap ve metinlerin iniş sebebidir.
Son yıllarda bu ülkede yaşanan onca kötülüğün kaynağını araştırırken yol bizi Alman vatandaşı ve çağının en etkili felsefecisi Yahudi Hannah Arendt’e götürüyor. Nazi zulmünden kaçarak Amerika’ya sığınan ve “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabını yazan Arendt, hayatı boyunca totaliter rejimlerin nasıl inşa edildiğine kafa yormuş bir felsefecidir.
Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın toplama kamplarına naklinden ve orada öldürülmesinden sorumlu insanlardan biri olan Otto Adolf Eichmann’ın duruşmasına gözlemci olarak katılmıştı. Duruşma boyunca tuttuğu notları kitaplaştırmıştır.
Kitabında soykırım esnasında insanların Nazi rejimiyle sessiz, kayıtsız ya da rızaya dayalı iş birliğini ve görmezlikten gelme halinin nasıl olup da kitlesel boyutlar kazanabildiğini yorumlar.
İnsanların sergilediği kötülüğün, vahşetin onlar için gayet sıradan eylemler olarak algılandığını anlatır. Her şey herkesin gözünün önünde cereyan etmektedir. Kötülük, yaptıklarımız üzerine düşünmediğimiz, idrak ve muhakeme etme yetimizi askıya aldığımızda vücut bulan bir şeydir. Yaptığımız şeylerin hangi sonuçlara yol açtığı değil de sadece işimizi ne kadar iyi yaptığımız üzerine kafa yorma halidir. Yani mekanik bir hale evrilmedir.
Tüm dünyayı etkisi altına alan ve gittikçe sıradanlaşan kötülük problemi insanoğlunun kadim bir meselesi olarak hep var olmuştur. Kötülük, insanoğlunun bugüne kadar yaşadıklarının en temel belirleyici kavramı olarak çıkar karşımıza. Bu sıradanlaşmanın sözkonusu olduğu dönemlerde Allah, Peygamberler göndermiş, onlara yeniden ahlak öğretisini havi kutsal metinler indirmiş ve insanoğluna kötülüğü gösterip iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Ve ondan sonra da birçok alim, filozof ve düşünür tarafından kötülük kavramı ele alınmış ve farklı yorumlarda bulunulmuştur.
Sokrates kötülüğün kaynağının bilgisizlik olduğunu ileri sürmüştür. Doğuştan gelen bir kötülük olamayacağını savunan Sokrates, hiç kimsenin bilerek ve isteyerek kötülük yapamayacağını, tüm kötülüklerin insanın cehaletinden kaynaklandığını, yani kötülüğün kötülük olarak bilinmemesinden ötürü meydana geldiğini belirtmiştir.
Çıkar kavgalarının bir enstrümanı olarak bildiğimiz kötülük, yeni bir insan modeli çıkarmıştır karşımıza. Bu yeni insan modelinde düşünme ve sorgulama yetisi insanın elinden alınmış, kötülük sıradanlaştırılmıştır.
Arendt’e göre, Naziler yalnızca Yahudilere değil bütün insanlığa karşı suç işlemişlerdir. Bu ise ahlaki olarak kötülüğün ta kendisidir.
Arendt’e göre totalitarizmin amacı insanlar üzerinde baskıcı bir yönetim oluşturmaktan ziyade insanların kendilerini gereksiz ve önemsiz hissettikleri bir sistem inşa etmektir. Bu da insanların sürüleşen bir kitleye dönüşmesiyle mümkündür.
Totalitarizm, kişilerin bireyselliklerini yitirerek ahlaki ve vicdani kişiliklerini de yok etmeyi hedeflemektedir. Bundan sonrası ise “…Pavlov’un deneylerindeki köpek gibi davranan, kendi ölümlerine (gaz odalarına) giderken bile kusursuz uyumla karşılık veren ve tepkimeye girmekten başka bir şey yapmayan insan yüzlü soluk kuklaların” yok edilmesidir. Nazizm, insanları potansiyel suçlular olarak göstererek toplumdan tecrit etmiş ve onları gaz odalarında öldürmeden önce, yaşayan ölülere çevirmiştir.
Ölüm meleği olarak anılan Dr. Joseph Mengele, ıslık çalarak esirlerin arasında dolaşmış, hayatta kalacakları sol tarafa, gaz odasına gidecekleri sağ tarafa ayırarak seçim yapma hakkını kendinde bulmuştur. Çocuklar üzerinde canlı canlı yaptığı ölümcül deneylerle totalitarizmin ve nazizmin korkutucu boyutlarını gözler önüne sermiştir.
Totaliterizmin mutlak güç kötülüğü, kendini her şeyden üstün görmek ve kendinde her şeyi yapma gücünü bulmak, kendinin dışındaki her şeyi ise bir hiç kabul etmekle başlar. Bu iki çocuğundan birini ölmesi için anneye seçtirmek, kendinden başka hiçbir insanın varoluşunu tanımamak gibidir.
Arendt’e göre, önemli olan, “cani olmak” ya da “Yahudi düşmanı” olmak değil “düşünce yoksunu” olmaktır. Düşünce yoksunu olan kişiler için kötülük oldukça sıradan bir durumdur.
Tam da bu yüzden totaliter yönetimler bünyesinde düşünen ve anlayan kişiler istememekte ve barındırmamaktadır. Bunun yerine itaat eden ve sorgulamadan her şeyi kabul eden bireyler istemekte ve bu istek bir şekilde gerçekleştirilmektedir.
İsrail’li gazeteci Amira Hass’ın Nazilerin kurmuş olduğu ölüm kamplarından kurtulan annesi, anlattığı bir hikâyede kendisini en çok etkileyen şeyin, insanlar yük trenlerinde kamplara götürülürken, orada toplanmış seyreden insanların bakışları olduğunu söylüyor. Tek kelime etmeden, yük vagonlarının içindeki balyaları seyreder gibi bakıyorlardı diyor ve ekliyor: “İşte o bakış bizi öldürdü.”
Yazıya son noktayı ilahi mesajdan bir esinti ile noktalayalım:
“O, dönüp gitti mi (yahut bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2/205)
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Rum, 30/41)