Okuyarak ve yaşayarak öğrendiğim en önemli hakikatlerden birisi ve belki de en önemlisi, ekonomik hâsılanın bölüşümündeki adaletsizliğin toplumsal bozulmayı, savrulmaya, yozlaşmayı beraberinde getirdiğidir. İdarecilerin bu husus ile ilgili hassasiyeti yönetimdeki adalet anlayışının da seviyesini gösterir.
Maliye Bakanlığı’nda görev yaptığım 1980’li yılların ortalarıydı. Bakanlıkta yaptığım iş, ‘İhracatta vergi iadesi’ ile ilgili davalarda idare adına mahkemelere savunmalar yapmaktı. O günlerde “İhracatta Vergi İadesi” ile ilgili usulsüzlüğün ve yolsuzluğun kamuoyundaki karşılığı “Hayali İhracat”tı. O zamanlar çok yazıldı, çizildi. 12 Eylül darbesinden önce dönemin Başbakanı Süleyman Demirel Ekonomi yönetimini tamamen Müsteşarı Turgut Özal’a bırakmıştı. Özal da, “Ekonomik istikrar programı” adı altında bir dizi yeni ekonomik kararlar ve düzenlemeler yapmıştı. 12 Eylül darbesinin aktörleri o günün siyasilerine yasaklar getirip siyaset dışında tutmalarına rağmen Demirel’in Müsteşarı ile çalışmaya devam edip, ekonomi yönetimini de ona bıraktılar. Aslında 24 Ocak kararları sadece ekonomik düzenleme içeren bir program süreci de değildi. Aynı zamanda sosyal dönüşümü de içinde barındıran bir reçete idi. Daha önce detaylarını yazdım. Asıl mevzuyu dağıtmamak için şimdilik sadece bu kadarla iktifa ediyorum.
Malum 12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk seçimlerde Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi çoğunluğu sağlayarak iktidar oldu. Özal’ın iktidarında da ağırlıklı olarak ekonomi en çok konuşulan mevzuydu. Enflasyonun üç rakamlı oranlarla ifade edildiği yıllar. IMF ile girişilen bir takım ilişkilerin neticesinde iç piyasada yeni bir bakış ve anlayış farklılığının ortaya çıkmaya başladığı yıllar. İşte bunlardan biri de iş çevrelerinde yeni bir iktisadi anlayışın yerleşmeye başlamış olması. İthalat ve ihracat ile ilgili yeni mevzuat ve teşviklerin yürürlüğe girdiği yıllar. İşte tam bu zamanlar da ANAP’a yakın duran yeni yetme türedi bir takım iş adamlarının isimlerinin duyulmaya başlandığı bir dönem.
Bu dış ticaret şirketlerinin faaliyet kollarına baktığınız zaman neyi hedefledikleri de az çok anlaşılıyordu. Hükümetin dış ticaret teşviklerinden olabildiğince yararlanmak… Çünkü öyle teşvikler getirildi ki, 100 dolarlık bir ihracat yaptığınız zaman o 100 doları Merkez Bankasına getirip karşılığında neredeyse 200 dolar tutarında TL alıyordunuz. Yani, bir koyup iki alıyordunuz. Bu çok iştah kabartan bir kaynaktı. Dolayısıyla kötü niyet sahiplerine bir kapı aralanmıştı. Her zaman olduğu gibi bu kötü niyet sahipleri o gün de bu kaynaktan daha çok ekmek çıkartmak için öncelikle iktidar partisine yakınlaşmayı, orada bir takım yandaşlar temin etmeyi sağladılar. Gerek partiye ve gerekse parti aktörlerine bir takım iktisadi menfaatler temin ettiler. Yerlerini sağlamlaştırınca da bu kaynaktan daha çok para transfer etmek için meşru olanın yetmediği yerde gayri meşru yöntemlere yöneldiler. Hayali bir takım naylon şirketler kurarak ve sahte evrak ve belgeler tanzim ederek, sanki ihracat yapmışlar gibi Tahtakale piyasasından topladıkları dövizi getirip Merkez Bankasına yatırarak, iki katı karşılık aldılar.
Bir süre bu şekilde iktisadi düzenlerini sürdürdüler ve karşılığında çok büyük haksız sermaye edindiler. Bu husus kamuoyunda konuşulmaya başlanınca ilgili kamu denetim kuruluşları harekete geçti. Maliye Bakanlığı denetim birimleri ağırlıklı olarak bu firmaların iktisadi faaliyetlerine odaklandılar ve çok kısa bir zamanda denetim elemanlarının hazırladıkları raporlar Bakanlığa intikal etmeye başladı. Ve bu raporlar idari yargı konusu haline geldi. İşte biz de üç uzman arkadaş idare adına mahkemelere savunmalar hazırlıyorduk.
Tahminen bir yıl bu şekilde süren süreç ister istemez hem bu hayali ihracatı yapan firma sahiplerini ve hem de onlara yakın duran siyasileri rahatsız etmişti. Yukarıda hükümet içinde ne tür sözlü tartışmaların olduğunu tam olarak bilmiyorum. Ama anlaşılan şifahi uyarılar bir sonuç vermeyince dönemin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Kaya Erdem imzalı bir yazı bize intikal etti. O yazıda, “dış ticaretin ülke için ne kadar önemli olduğu ifade edildikten sonra dış ticaret sermaye şirketlerini rahatsız edecek, onların ihracat şevklerini kıracak tutum ve davranış içerisine girilmemesi” hususunda denetim birimleri uyarılıyordu. Dönemin Maliye Bakanı Vural Arıkan bu yazıyı görmezden gelerek denetim elemanlarının denetimlerini sürdürmelerini istedi. İşte bu durum bardağı taşıran son damla oldu. Bu sefer direk Başbakan Özal imzalı bir yazı intikal etti Maliye Bakanlığı’na. Birinci yazı da olduğu gibi girişte dış ticaretin önemi ifade edildikten sonra arkasından tehdit cümlesi ile noktalanmıştı; “Buna rağmen bu dış ticaret sermaye şirketlerimizi rahatsız edecek, onların ticaret şevklerini kıracak tutum ve davranış içerisinde olanlar hakkında soruşturma açılacağının bilinmesi…”
Buna rağmen Bakan Vural Arıkan geri adım atmayınca bu sefer mevzuatta bir değişiklik yaparak konu ile ilgili tüm iş ve işlemler Maliye Bakanlığı’ndan alınıp Devlet Planlama Teşkilatı’na devredildi. O güne kadar arşivimizde biriken tüm evrak, belge ve raporları çuvallara doldurarak götürüp DPT’ye bıraktık. Ve çuvalların ağzı bir daha açılmayacak şekilde DPT’nin arşiv depolarına kaldırıldı. Ve bu defacto durum karşısında Maliye Bakanı Vural Arıkan da istifa etmek zorunda kaldı.
İşte tam bu süreçte Maliye Bakanlığı adına en çok DPT yetkilileri ile görüşen, müzakere edenlerden biriydim. Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde DPT’ye alınan onlarca muhafazakar uzman vardı. O arkadaşlara bu hususla ilgili kanaatlerini soruyordum. Bana mealen söyledikleri şuydu:
“Evet, hassasiyetinizi anlıyoruz. Biz de benzer hassasiyeti Başbakan Özal’a intikal ettirdik. O da biraz bize çıkışarak; ‘Arkadaşlar, bırakınız gelen dövizin kaynağının meşruluğu veya gayri meşruluğunu. Bizim için bugün önemli olan MB’ındaki döviz rezervinin istenen düzeye çıkmasıdır.’ İşte biz de bunun üzerine mevzu ile ilgili olarak gelişmelere kayıtsız kaldık.”
Konuya olan duyarlılığım nedeniyle arkadaşlara sordum; “Sizce bu kazanımlar meşru mu, helal mi? Herhalde değil diyeceksiniz. Peki, bu haksız/haram kazanımlar ekonomik sürece olumlu bir katkı sunacak mı? Yoksa dinamiğindeki bu haram süreç daha çok ekonomik ve sosyal tahribat mı oluşturacak?”
Bu hassasiyetime karşılık, bir uzman arkadaş espriyle “Boş ver helal-haramı, gelin biz de bir şirket kurup köşeyi dönelim” demişti.
Tabi ki, bu esprinin bir de gerçekliği vardı. O da şu; piyasa çok kişiyi iştahlandırdı. O dönemde muhafazakar kesimde yerden bitiyormuş gibi yüzlerce şirket ve holding kuruldu. Ve ne yazık ki, onların pek çoğu da kısa yoldan nasıl köşe dönebilirizin hesabını yaptılar. Helali-haramı birbirine karıştırdılar. Haksız kazanç elde edenler dünyalıklarını ihya ederken, fakirlik ve yoksulluk, alttaki büyük kitleyi büyük çaresizliğe sevk etti. Haksız, haram bölüşüm toplumun mayasını, kimyasına bozdu. Yolsuzluğu, usulsüzlüğü, suiistimali, köşe dönmeciliği bir kültüre ve geleneğe dönüştürdü.
Aslında bugün beşli çete diye işaret edilen firmaların toplumun haklarını gasıp ettiklerini görünce, o günlere dönüp ekilen haram tohumların nasıl zehirli birer zakkuma dönüştüğü şimdi daha net anlaşılıyor. İşte yine şaşmaz hâkimin bize bildirdiği hikmete ram oluyoruz;
“Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Bile bile, günaha saparak, insanların mallarından bir kısmını yemeniz için onun bir parçasını yetkililere (idarecilere veya mahkeme hâkimlerine) aktarmayın.” (Bakara: 188)
Bugün yaşadığımız musibetleri anlamamıza ve anlamlandırmamıza vesile olur ümidini taşıyorum.
Geçmişe bakıp yaşananlardan ve sonuçlarından ders çıkarmayanların tarihleri tekerrür ediyor. Bir toplumu yozlaşmaya, çürümeye götüren en büyük amil/sebep toplumsal hasılanın insanlar arasında haksız ve adaletsiz taksimidir. Bunun sonuçları sadece ekonomik değil, aynı zamanda çok yıkıcı sosyal olumsuzlukların doğmasına da kaynaklık ediyor. Tıpkı bugün yaşadığımız musibetler gibi…