2005-2006 yıllarından itibaren, kamuda muazzam bir yolsuzluk çarkının döndüğünü, önü alınmayacak olursa bunun ekonomik ve sosyal sonuçlarının çok ağır olacağını çevremdeki Ak Parti taraftarı arkadaşlara duyurmaya çalıştım. Karşılık olarak daima biraz sabırlı olmam, bu durumun sürdürülebilir olmadığı, yakında bazı şeylerin değişeceği söylendi. Bazı müfrit taraftarlar da “hep yanlışlara, hatalara odaklanıyorsunuz, bardağın dolu tarafını değil de boş tarafına bakıyorsunuz” diye itham ettiler. Diğer bir kısmı da eleştirilerimi Erdoğan karşıtlığına yoruyorlardı. Bir toplulukta söz hakkı verildiğinde ısrarla adalet / hukuk talebinde bulunduğum için bazı iktidar taraftarları müstehzi bir ifadeyle “bay adalet geldi, gitti” şeklinde takılıyorlardı. Ne kadar dil döksem de muhataplarım tarafından yeterince anlaşılamadım. Büyük ayıbı görmek ve iktidara yakıştırmak istemediler. Bu pozisyonum beni mahallemden uzaklaştırdı, yalnızlığa itti.
Yanıma sık sık uğrayan bir bürokrat arkadaşım vardı. O da bana hemen hemen aynı telkinlerde bulunuyordu. AKP hükümetini yıpratmamam gerektiğini, biraz fazla hassaslaştığımı, bir şeylerin değişeceğini söylüyor, sabretmemi tavsiye ediyordu. Bu arkadaşım, bir gün yanıma uğrayarak, “abi bana önemli bir görev teklif ediliyor, ne dersiniz?” diye sordu. Şu an ne dediğimi hatırlamıyorum. Ancak o arkadaşımın dürüstlüğüne, güvenilirliğine itimadım olduğundan muhtemelen dikkatli olmasını, hukuka / ahlaka uygun olmayan teklifleri geri çevirmesini tavsiye etmişimdir.
Arkadaşım halen kamu personeli olduğu için hikayenin bundan sonraki kısmını kurum ve şahıs isimlerini belirtmeden anlatacağım. Söz konusu kurum Ak Parti iktidarının en fazla rant sağlayıcı kurumlarından biriydi. Başında da çok eskiden beri başbakanla birlikte çalışan nüfuzlu bir kişi vardı. Arkadaşım ona yardımcı olarak görevlendirilmişti. Tahminen bir, iki yıl sonra bir gün yanıma geldi, “Abi beni kurumdan tasfiye ettiler.” dedi. Nedenini sorunca, yine yaklaşık olarak mealen şunları söyledi:
“Başkan dahil bir grup iktidar seçkini bir araya gelerek rant planlaması yaptılar ve uzlaştıkları mevzuları kurumun kararı haline getirerek biz alt görevlilere imzalatmak istediler. İtiraz ettim, tarafımızdan oluşturulmayan kararları imzalamayacağımı başkanın yüzüne söyledim. Kaba bir şekilde ‘bu makama getirmekle sana iltifatta bulunmuştum, karşılığın bu mu olacaktı? Şimdi pılını, pırtını topla git! Sırada senin yerine istihdam edeceğimiz çok sayıda aday bekliyor.’ dedi. Kovulmuş bir şekilde kurumdan çıktım geldim. Abi sizden helallik diliyorum, sizin anlattığınızdan daha büyük bir yolsuzluk çarkı var.”
Evet, arkadaşın özetle vakıf olduğu hikaye bu. Benim için sürpriz değildi. Daha kötülerini de dinlemiştim. Bu arkadaşımın naklettiği de dahil onlarca hikayeyi mahalledeki insanlara anlatınca karşılığında düşüncesizce sarfedilen şu sözlerle karşılık görürdüm: “Ne yapalım? Siyaset böyle bir şey, bugüne kadar yalan söylemeyen, çalıp çırpmayan mı var? Gelen herkes yükünü dolduruyor ama bunlar çalmakla birlikte çalışıyorlar, üretiyorlar. Asıl olan bardağın dolu tarafına bakmaktır.”
Bu “çalıyorlar ama çalışıyorlar” kabulü toplumun sosyal yapısının da bir tezahürüydü. Halbuki bütün dini ve evrensel hukuk metinlerinde “çalmayacaksın!” hükmü zikredilir. Yani, tarihin hiçbir döneminde hırsızlık mazur görülmemiştir. En kötüsü de dindarlık maskesiyle yapılandır ki, bunun sonuçları daha ağır olur, bugün yaşadıklarımız gibi..
Bugün mahalleden kimse bana eskiden olduğu gibi bardağın dolu tarafını sormuyor, çünkü bardakta bir şey kalmadı. Bu mahalle arkadaşlarımdan özür veya helallik de beklemiyorum, varsa bir hakkım helal olsun. En azından kendilerine duydukları saygıdan, “biz yanılmışız, dostlar bizi çok uyardı ama iktidardaki arkadaşlarımıza bir türlü yakıştıramıyorduk. Şimdi artık kralın çıplak ve bardağın boş olduğunu gördük, dünkü yanlışımızdan nedamet duyuyoruz.” itirafında bulunmaları gerekmez mi?
Halbuki dünkü gidişat bugünün habercisiydi. Bilinmeli ki, bu sürecin sorumluları sadece sorumsuz davranan iktidar aktörleri değildir, belki onlar kadar, yapılan uyarılara kulak asmayan iktidar taraftarlarıdır.
Perşembe’nin geleceği Çarşamba’dan belliydi. Hindistan bağımsızlık hareketinin siyasi ve ruhani lideri Mahatma Gandhi, meşhur ifadesiyle bu insani dönüşümü çok güzel tasvir etmişti: “…Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür. Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür. Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür. Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.”
Ak Parti kadrosu bu hakikat basamaklarını ıskalayarak yol yürüdü ve İslamcılıkla başlayan serüvenlerinin bugün nereye vardığına hepimiz hüzünle şahitlik etmekteyiz. Dikkat etmedikleri süreçler onları bambaşka bir hale dönüştürdü. Destekçileri olan halk da “niçin kamunun mallarını çalıyorsunuz?” diye soracağı yerde “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyerek büyük bir vebalin altına girdi. İşte bu otomatik kontrolden ve denetimden mahrum kalan iktidar, alışkanlık haline getirdiği bir uygulamanın değerine, karakterine ve sonunda kaderine dönüştüğünün farkında değil. Farkındaysa bile itiraf edebilecek cesarete sahip değil. Buradan geri dönüş olabileceğini de pek ümit edemiyoruz maalesef. Çünkü tarih benzeri süreçlerden geçen ülkelerin akıbetlerini yazıyor.

