Türkiye siyasi tarihi darbeler tarihidir dersek abartmış olmayız. Çok partili siyasi sisteme geçildiğinden bu yana çoğu iktidarların yolu darbelerle kesilmiştir. 12 Eylül’ün yıl dönümü vesilesiyle bir daha o acı günleri hatırlamanın üzüntüsünü yaşıyoruz. Bu yazıda kısmen bunun sebeplerini irdelemeye çalışacağım.
1960 İhtilalinde henüz bebektim. Rahmetli babam CHP belde başkanıymış. O günleri annem ve diğer yakınlarımız anlatırlardı. Darbeden önce DP’nin örgütlediği “Vatan Cephesi”nin ülke sathında nasıl bir adaletsizliğe, kayırmacılığa sebep olduğunu dinlemiş, okumuşuzdur.
12 Eylül 1980 ihtilanin öncesi ve sonrasını aktif bir şekilde yaşamış birisiyim. 12 Eylül öncesiyle de sonrasıyla da kanlı bir sürecin ortasıdır. Darbe öncesinde politikacıların tatmin edilemeyen azgın hırslarının ve idraklerine giydirilen ideolojilerin hareketlendirdiği binlerce insan genç yaşlarında birbirlerini kara toprağın bağrına göndermişlerdir. Yine binlercesi gencecik ömürlerini zindanlarda işkence altında geçirmiş, 50 kişi dara ağacına gönderilmiştir. Öncesi ve sonrasıyla yaşananlar tam bir trajedidir.
Yine 1960 ila 1980 ve 1980 ila 2010 yılları arasında fiiliyata geçirilmemiş veya başarıya ulaşmamış onlarca darbe teşebbüsü ve planları yapılmıştır.
AK partinin iktidarının başlarında da benzer darbe planlarının yapıldığı inkârı kabil olmayan bir hakikattir. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven gibi soruşturmalara konu olan planlar birilerinin üstünü örtmeye çalıştığı gibi değil, bildiğimiz darbe planlarıydı. O günlerde bürokraside görev yapıyordum. Aldığım duyumlar ve yaşadıklarımdan anladığıma göre o günün TSK kurmay heyeti darbe konusunda çok hevesli, iştahlıydı. Sadece uygun ortam ve olgunlaşmış koşullar bekleniyordu.
Mâni olan ne oldu?
O dönemde iktidarın arkasında hem içte ve hem de dışta AB ile yakınlaşmanın getirdiği güçlü dış destek vardı. Ve Türkiye sosyal, hukuki ve iktisadi gelişme anlamında nispi bir trend yakalamıştı. Ayrıca TSK’nın kendi içinde de bir anlayış birlikteliği yoktu. Belki de 15 Temmuz sonrasında darbe teşebbüsünün hiçbir yerinde yer almamalarına ve hatta karşı durmalarına rağmen TSK’dan tasfiye edilen NATO’cu kurmay subayların destek vermemeleri bu girişimlerin akim kalmasını sağlamıştır.
15 Temmuz sadece Türkiye değil muhtemelen dünyada eşi benzeri olmayan bir darbe teşebbüsüdür. Darbe tekniğine, mantığına hiç uygunluk arz etmeyen ve çok az askeri personelin iştirakiyle teşebbüs aşamasına gelip baştan akim kalmaya mahkum olan bir askeri hareketlenmedir. Darbe mantığı ve tekniği açısında söylenecek çok şey var ama şimdi mevzumuz o değil. Zaten çok şey de konuşuldu ve konuşulmaya devam ediliyor.
15 Temmuz’u diğerlerinden ayıran temel hususlar şunlardır:
Başarısız bir darbede öncelikle yapılacak olan darbeye bilfiil iştirak edenlerin derdest edilmesi ve zamanında istihbarat edinmeyenlerin, uyarmayanların, siyasal aktörleri bilgilendirmeyenlerin görevden el çektirilmeleri gerekirdi. Bu yapılmadığı gibi sorumluluk makamında olan bu kişiler daha üst makamlara getirilmişlerdir. Yani, taltif edilmişlerdir. Darbeyle yakından, uzaktan ilgili olmayan ve hatta bilgileri bile olmayan yüzbinlerce insan da bir şekliyle darbeyle ilişkilendirilerek kamudan tasfiye edilmiş, büyük çoğunluğu da yargı süreçlerine dahil edilmişlerdir.
Evet, 15 Temmuz’un adı her ne kadar bir darbe teşebbüsü ise de sonuçlarının neler olduğuna baktığımızda çok farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Mahir Kaynak’ın o meşhur mottosuna geliyoruz: “Sonuçlarından kim istifade etti?” İşte bu soruya vereceğimiz doğru cevap bu darbe teşebbüsünün dinamiğini çözecektir. Bizce malum olan bazı hususları bugünkü şartlar gereği açıklıklı ifade edilemiyor. İnşaallah bir gün demokrasi kitabı yeniden açılacak olursa bunları sil baştan yeniden yazılacak.
Söylenecek çok şey var ama muhtemelen söylediklerimi, söyleyemediklerimi siz de biliyorsunuzdur. Anti demokratik ve hukuksal şartlar nedeniyle söyleyeceklerimizin bir kısmını yutkunuyoruz. İnşaallah o hürriyeti yaşayacağımız günler de gelecek.
Şimdi gelelim darbelerin temel dinamiklerine.
Bir defa baştan şunu ifade edeyim:
Türkiye’nin 1923 Cumhuriyet ilanı da 1946 çok partili rejime yani, demokrasiye geçişi de öyle tarihte bize anlatılan olağan üstü durumlar değil. Gerek cumhuriyet ve gerekse demokrasiye geçişte bir halk iradesi ve talebi de sözkonusu değildir. Yine tek kişinin tek taraflı irade beyanıyla vuku bulmuştur. Bunu ifade ederken olanları olumsuz addetmiyorum. Sadece vakıanın gerçekleşme şeklini zikrediyorum. Yani, cumhuriyet ve demokrasi için halkın verdiği bir mücadele olmadığı gibi bir talep de sözkonusu değildir. Efendiler tarafından bahşedilmiştir.
Halk, asker darbe yapıp demokrasiyi askıya alıp yönetimi ele geçirince onları da alkışlamıştır. Anayasalarına %90’ın üzerinde destek vermişlerdir. Yani, bu ülkede demokratik rejim hiçbir zaman tüm kurum, kuruluşlarıyla çalıştırılamadı. Demokrasinin ne demek olduğunu halk anlayamadı. Eğer siyasiler demokrasi iddiasında samimi olsalardı ilk öğretimden başlamak üzere okullarda hukuk ve demokrasi derslerini zorunlu kılarlardı. Gerek teorik ve gerekse pratik uygulamalarla bu kültür inşa edilebilirdi. Ama bildiğimiz bir gerçek var: Siyasetimizin hukukla, demokratik nizamla daima problemleri olmuştur. Onun için de hukuku sevmezler ve istemezler. Hukukla teçhiz edilmeyen güç / iktidar da yoldan çıkar
Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi ödenmiş bir bedel de sözkonusu değildir. Öyle olduğu için de demokrasinin asıl muharrik gücü olması gereken halk, olup bitenler karşısında pasif konumdadır.
O yaldızlı kelimelerle ifade edilen “halkın etkin / etkili katılımı” hiçbir dönemde sözkonusu olmamıştır. Sadece 4 yılda bir halka giderek teatral gösteriler yaparak, yanıltarak, aldatarak rey talep etmişler ve en etkili gösteriyi / şovu yapan kazanmıştır. Kazandıktan sonra da orada kalıcı olmak ve rakipleri üzerinde üstünlüğünü devam ettirmek için her türlü enstrümanı kullanmak mubah sayılmıştır.
Bir defa iktidarın / gücün elde edilmesindeki hıza paralel olarak güç / iktidar sahiplerinin yoldan çıkma ivmesi de o nispette hızlanıyor. O meşhur ifadede olduğu gibi “iktidar / güç bozar, yoldan çıkarır; mutlak güç /iktidar mutlaka bozar.
Bu mutlak bozulmayı biraz metafizik cihetle yorumluyorum. Güç / iktidar insanın aklını başından alır. O makamların baş döndürücü ışıltıları, çevresindekilerin alkışları, telkinleri o insanların ayağını yavaş yavaş yerden keser. Bir süre sonra kutsal metinlerde bildirildiği gibi ilahlık taslamaya ve her şeyi kendinden menkul görmeye başlar. Elbette hiçbirisi Firavunun dediği gibi sözel olarak “ben ilahım” demez ama fiilleri ile tam da bunu ortaya koyar.
Benliğini, enesini o kadar öne çıkarır ki, dille söylemese de hal diliyle bunu ikrar eder. Tıpkı Numan Kurtulmuş’un şimdiki yol arkadaşları için söylediği gibi; “Harun gibi geldiler ve iktidarda Karunlaştılar.” Tabii ki, ben “Harun” benzetmesine de itirazî kayıt koyuyorum. Çünkü oraya geldiklerinde çoktan Karunlaşmanın turnikesine girmişlerdi.
Aynı şey 1960 darbesi öncesinde Demokrat Parti’de yaşandı. Rahmetli Menderes de ummadığı bir başarı elde edince iktidarının baki olduğu kanaatine erişti ve gün geçtikçe hukuktan uzaklaşarak keyfiliğe yöneldi. Muhaliflerine yönelik olarak gayri hukuki yöntemlere başvurdu. “Vatan Cephesi” başlı başına bir zulüm örgütlenmesiydi. Vatan cephesine dahil olmayan vatandaşlar iktidar imkanlarından eşit yararlanmadıkları gibi hukuki haklarını bile savunmaktan mahrum bırakılıyorlardı.
İktidarda baki kalma düşüncesi ve iktidarını kimseyle paylaşmama hırsı, tutkusu onları anti demokratik uygulamalara baş vurma durumunda bırakıyordu. Zaman içerisinde her yanlışı bir başka yanlışla, her gayri hukuki icraatı, bir başka hukuki olmayanla yamama çabaları onları daha çok keyfiliğe sevk etti. Devlet içindeki güç dengeleri bozulma eğilimi gösterince de bu güçler arasında güç / iktidar kavgasının başlamasından kaçınmak mümkün olmaz ve silahlı güç devreye girer. İktidar nimetlerinden yeterli pay alamayanlar onları tahrik ederek veya onlarla işbirliği yaparak mevcut iktidarı zor kullanarak iktidardan uzaklaştırırlar.
Bunun tek istisnası 15 Temmuz darbe teşebbüsüdür. Buraya kadar anlattığımız darbe mantığı ve tekniğini 15 Temmuz’da göremiyoruz. 15 Temmuz darbe teşebbüsünün üzerindeki sis perdesi tamamen kaldırılmamıştır, karartı uygulanmaktadır. Darbe araştırma komisyonun raporu bile kaybettirilmiştir.
Buraya kadar yazdıklarımdan çıkardığım sonuç: Türkiye’de demokratik sistem tüm kurum ve kuruluşlarıyla yeterli seviyede, kıvamda, dengede çalıştırılamadığı için siyasal partiler arasında adil, şeffaf bir siyasal rekabet yerine yıpratıcı, kavga edici, düşmanlaştırıcı bir yarış sözkonusu olmaktadır. Siyasal iktidar gerek siyasi ve gerekse ekonomik güç biriktirme kaynağı olarak görüldüğü için politikacılar kolay kolay iktidarı devretmek istemezler. Üstelik iktidar oldukları süre zarfında yaptıkları gayri hukuki iş ve işlemlerin açığa çıkacağı endişesiyle iktidarı kaybetmemek için daha çok yasal olmayan yöntemleri kullanırlar. Bu tercih onları yanlışı başka bir yanlışla örtmeye zorlar. İşte bütün bunlar yönetme, egemen olma hevesi olan başka güçler için uygun şartların, ortamların oluşmasını sağlar. Yakın tarihimizde darbelere dikkatlice baktığımızda TSK’nın bu aşamada “Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak” gerekçesiyle müdahalede bulunup iktidarları alaşağı edebildiğini görebiliriz.